Geçen hafta yaşamını yitiren rahmetli Ertuğrul AKBAY’ın cenaze
törenine katılmak için Ankara’dan İstanbul’a gittim.
Atatürk Havalimanı’ndan Zincirlikuyu Camii’ne iki saatte
erişemedim. Tam bir keşmekeşe dönmüş, kaotik bir trafikte ilerlemek
mümkün değildi. Sonunda, şoförümüzün Taksim’den metroya binerek,
Gayrettepe’ye gitme önerisini kabul ederek, nefes nefese cenaze
namazına saniyeler kala Zincirlikuyu’ya erişebildim ve böylece
insani son görevimi yerine getirebildim şükür ki.
Bu vesile ile bir kez daha Ertuğrul AKBAY’a Allah’tan rahmet,
kederli yakınlarına, Sözcü gazetesi camiasına ve meslektaşlarına
sabırlar diliyorum.
Havaalanından Ataköy’e doğru ilerlerken, yol boyunca, sahili beton
kale duvarları gibi kapatan dev beton bloklardan oluşan yapılar,
siteler, binalar dizilmişti.
Çocukluğumda, denize girdiğimiz Ataköy’de sahil boyunca yol
alırken, bu beton duvarlara benzeyen binalardan ve bloklardan artık
denizi görmek dahi mümkün olmuyordu ne yazık ki.
Yol boyunca sayısız gökdelenlerin ve dev rezidansların, İstanbul’un
tarihi ve doğal dokusuna adeta birer mızrak gibi saplandığını
görünce içim acıdı.
Böyle hoyrat, yağmacı, daha fazla kat- daha fazla rant uğruna,
çirkin ve kötü bir yapılaşma dünyanın hiçbir medeni ve gelişmiş
ülkesinde yoktur. Olamaz da. İstanbul’u
mahvetmişler
30-35 yıl önce Londra ve Paris’e gittiğimde, kent merkezlerindeki
yapılaşmanın, 30-35 yıl sonra gittiğimde de hiçbir biçimde
bozulmadığını, kentin siluetinin, tarihi ve doğal dokusunun aynen
muhafaza edildiğini görünce, bizdeki sözde "muhafazakâr" özde ise,
görgüsüz-rantçı...