1982 yılıydı.
10 yaşındaydım.
Cuma geceleri tek kanal TRT’de Türk filmleri gösterilirdi.
Yatılı okulun kantininde yüzlerce arkadaşla birlikte o filmleri
izlemekten büyük keyif alırdım.
Bir Cuma akşamı uykuya yenik düştüm ve filmi beklemeyip erkenden
yatakhaneye gittim. Ruslardan kalma taş bir karargah binasında 54
kişilik bir koğuşun girişindeki alt ranzada uyuyordum.
Yoğun bir ışık ile uyandım. Gözüme fener tutulmuştu.
Gözümü açtığımda okulun müdür yardımcısı ile iki yanında iki
jandarmayı gördüm.
Müdür yardımcısı galiz bir küfrü tekrarlamamı istiyordu.
Yapamıyordum, çünkü daha önce hiç küfür etmemiştim.
10 dakika direndikten sonra, tokatla, silah zoruyla o küfrü
tekrarladım.
Askerler birbirlerine bakıp “bu değil” anlamında başlarını
salladılar.
Ertesi gün, eğitim şefine çağrıldığımda o sırada yatakhanede
benimle birlikte 7 kişinin bulunduğunu, bir öğrencinin camdan
yatakhanenin arkasında devriye gezen jandarmalara o küfrü ettiğini
öğrendim.
Hayatımdaki ilk ve son küfrü dayak ve silah zoruyla etmiştim.
Konuyu, dedeme anlattım. En iyi arkadaşım oydu çünkü.
Ertesi gün büyük bir öfkeyle okula geldi.
Şaşı olduğu için kendisine “kor Ali Rıza” derlerdi ama bastonu ile
müdür yardımcısının üzerine yürürken, masmavi gözlerinde şimşekler
çakıyordu.
Neden bu kadar öfkelendiğini biliyordum.
Kendi yaşayamadığı hayatı, benim yaşamamı, iyi bir öğrenci, iyi
bir insan olmamı istiyordu ve dayak zoruyla da olsa etmek zorunda
kaldığım o küfrü, inşa ettiği kalede açılmış ilk gedik olarak
görüyordu. ★★★ Dedem, 1917’deki sosyalist devrimden bir kaç yıl
sonra Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Terekeme bir ailenin
ferdiydi.
Gürcistan’daki Ahılkelek’e bağlı Havet, Mıragol ve Gulelis isimli
köylerden kaçanlarla birlikte, Kars’ın Susuz ilçesine
yerleşmişti.
Okumaya fırsat bulamamıştı ama göç ettiği bu topraklara, önce yeni
kurulan c...