Bir problemi tahlil etmek, sorunu tespit etmek, neyle karşı
karşıya olduğumuzu anlamak açısından en önemli unsur olsa
gerek.
Türkiye terörle etkin şekilde savaştıkça, terörün hedefi hâline
geliyor.
Türkiye, Suriye'de iki terör örgütü ile savaşıyor: DEAŞ ve PKK.
Bu iki örgütün yapısal olarak benzer tarafları var. Çok kaba
şekilde özetlemek gerekirse, iki örgütün de bir yandan Suriye'de
alan kazanmak, toprak ele geçirmek için savaşan yarı konvansiyonel
denilebilecek bir savaşçı timi mevcut. Diğer yandan ise şehirlerde
sivilleri hedefleyen özellikle intihar bombacılarından oluşan hücre
yapıları var.
Türk Silahlı Kuvvetleri ve Özgür Suriye Ordusu sahada bu iki örgüte
kayıplar verdirdikçe, ikinci yapı Türkiye'deki şehirleri hedef
alıyor.
Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyinde “terör koridoru” olarak
tanımladığı alanı temizlemesi, bu örgütlerin köşeye sıkışmış bir
kedi gibi, şehirlerde eylem yapması ile sonuçlanıyor.
PKK'nın Beşiktaş, DEAŞ'ın ise Reina saldırısı da bundan
kaynaklanıyor.
PKK sahada kaybettikçe, Kürt halkı nezdinde teveccüh bulamadıkça bu
saldırılar ile güç göstermeye çalışıyor. Bir yandan da olası bir
Türk-Kürt gerginliği oluşturarak, bu provokasyon üzerinden
meşruiyet kazanmaya çalışıyor.
DEAŞ da Suriye'de alan kaybettikçe, Türkiye'nin terörle mücadele
azmini kırmayı hedefliyor. Bunu Türkiye'de seküler ve mütedeyyin
kesimler arasına nifak sokacak şekilde bir eylemle gerçekleştirmeye
çalışıyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dünkü konuşması tam da bu
kötücül planı deşifre eden buna karşı nasıl mücadele edilmesi
gerektiğini içeren mesajlar taşıyor. “Bu saldırıların asıl amacı
bizim duygularımızın aklımızın önüne geçirmektir, bizi birbirimize
düşürmektir. Toplumumuz içinde var olan o fay hatlarını kırma amacı
güdenler her fırsatı değerlendirmekten çekinmiyor. İşte bu oyuna
gelmeyeceğiz. Gerekirse kan kusup kızılcık şerbeti içtik deme
pahasına soğukkanlılığımızı muhafaza edeceğiz. Bir olacağız, iri
olacağız, diri olacağız, kardeş olacağız, hep birlikte Türkiye
olacağız.” vurgusuna ek olarak kaydettiği “Ezana tahammül
edemeyenlerin müezzinin üzerine yürümesi ne kadar yanlışsa, namaz
kılmayana baskı da yanlıştır” cümlesi tam da Türkiye'nin ihtiyaç
duyduğu sağduyuyu yansıtıyor.