“Biz Osmanlıyız, bizde adam çok bulunur”
“Asıl felsefe” der Maurice Merleau-Ponty, “dünyayı yeniden öğrenmektir.”Bu yaklaşımı bilmek ve benimsemek, bizde son bir yüzyıldır iyi felsefecilerin, entelektüellerin yetişmemesinden duyulan...
“Asıl felsefe” der Maurice Merleau-Ponty, “dünyayı yeniden öğrenmektir.”
Bu yaklaşımı bilmek ve benimsemek, bizde son bir yüzyıldır iyi felsefecilerin, entelektüellerin yetişmemesinden duyulan üzüntüyü, az da olsa hafifletebilir. Zira, potansiyellik, çıkmayan candan yana umutlu olmak adına her zaman işe yarar.
Öte yandan, “Varlık gibisinden bir şey, varlık anlayışı içinde açımlanır. Anlama olarak varlık anlayışı, var olmakta olan Dasein’a” yani insana “aittir” diyen Heidegger de zaten, “Varlığın yorumuna ilişkin kavgayı, çözmek mümkün değildir, çünkü bu kavga henüz başlamamıştır bile” şeklindeki çarpıcı bir yargıyla, “varoluşun analitiği” olarak felsefenin kendi koşullarını asla reddedemeyeceğini, ama onları zoraki olarak itiraf etme durumunda da olmaması gerektiğini söylemiştir (Varlık ve Zaman, çev.: Kaan Ökten, Alfa Yayınları, İstanbul 2018, s. 639, 838, 461).
Malum “yetişmeme” konusunu buraya taşıdığımızda görürüz ki, Müslümanlaşan Türkler, her biri Türk-İslâm medeniyetinin bir yapıtaşı hükmündeki yeni devletleri peş peşe kurarlarken, asıl cesareti doğru tevekkül ve doğru sebep ilişkisiyle, her yeni varoluşun (Selçuklu’nun, Osmanlı’nın) şartlarını gözeterek tefekkür eden zatlardan almışlardır.
Burada, felsefenin Varlığı ile medeni varlık kelimelerini birbirine karıştırdığımız sanılmasın lütfen ama, hangisi öne alınırsa alısın, birinden diğerine doğru bir geçişin kaçınılmazlığı da göz ardı edilmesin.
Örneğin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ramak kala, Rum diyarında, Yunus Emre’nin, önce yeni Varlık anlayışını dile getirebilmek için Türkçe’yi Müslümanlaştırması, akabinde Vahdet-i Vücutçuluğun uçlanıvermesi, tesadüf ile izah edilemez.