Annesiyle karşıdan karşıya geçerken, kamyonun ölüm yanı gelip
bulmuştu onu caddenin ortasında.
Canhıraş bir feryatla, oğlum demedi anne.
"Oğlum!.."
Diyemedi!
Sadece can havliyle cansız bedenine sarıldı yavrusunun.
Sarıldı, sarıldı, sarıldı...
Takati yoktu ağlamaya.
Bayıldı!
Bayılana kadar da kimse alamadı oğlunu kucağından.
Çok geçmeden polis, ambulans vs. geldi.
Ve...
Geriye tek bir şey kaldı çocuktan.
Tek bir şey:
Ayakkabısının teki.
(Diğeri ayağından çıkmamıştı belli ki.) Trafik açılınca peşi sıra
çiğnediler, asfalt üzerindeki çocuğun topuğu erimiş
ayakkabısını.
Pas verircesine birbirinin önüne attılar; ilkin Audi marka
otomobilin arka sağ lastiği ezdi, daha sonra BMW.
Verkaç yaptılar kendi aralarında.
Opel'den Reno'ya, Reno'dan Mercedes'e kadar gelen vurdu giden
vurdu, kimse bakmadı gözünün yaşına.
En son tekmeyi Şahin vurdu; fırlattı şarampole.
Vurdular, çiğnediler ama öldüremediler çocuğun pabucunu; şarampolde
sapasağlam duruyordu erimiş topuğuyla.
Yıllar önce böyle yazmıştım, gözümün önünden gitmeyen bu
sahneyi.
Aynı şekilde, kanlar içinde upuzun yatan Hrant Dink'in delik
ayakkabısı da gitmez gözümden.
Nasıl gitsin; o ayakkabıların deliğinde kaybolmuştu sanki
dünya.
Altı delik o ayakkabılar...
Üretiminden o ana kadar, neler yaşamış, neler görmüştü.
Bresson'un (Rastgele Balthazar filmindeki) eşeği gibi hangi
cefalara duçar olmuştu?!
Ah pabuçların dili olsa da anlatsa!
Eren Bülbül'ün kara lastikleri mesela.
"Öyle süslü püslü pabuçları yoktu benim oğlumun" demişti
annesi.
"İşte bu kara lastikleri giyerdi yaz-kış. Şimdi ben giydim o
pabuçları..." Şarampoldeki o erimiş topuklu çocuk ayakkabısını
gördüğümdeki "bulobom" seyhası kopmuştu yüreğimden.
Eren'imizin kara lastiklerini görünce de aynı şey oldu.
"Bulobom!.." Rumca, yavrum, yavrucuğum, kuzucuğum demek.