Kutuplaşma denen kavram başından beri ya siyasi bir güç üretmek
adına suiistimal edildi, ya da kendi üzerine hiç düşünmeyen ergen
bir yaklaşımla siyasi rakip ve tabanının ontolojik kusuru olarak
görüldü. Böylelikle son 12 yılın ilk günlerinden itibaren AK Parti
müdahalelere direnip güçlendikçe gerginliğin arttığını,
kutuplaşmanın da AK Parti'nin başarısına endekslenen bir reddetme
haline dönüştüğünü izledik.
2007'de kutuplaşmanın hangi cepheden geldiğini, bu gerginliğin önce
muhtıra, sonra AYM'nin 367 kararı ve nihayetinde kapatma davası
gibi pratiklere dönüştüğünü gördük. Merhum Danıştay üyesi Mustafa
Özbilgin'in cenazesinde AK Partili kurmayların nasıl yuhalandıkları
daha dün gibi gözlerimin önünde.
O sıralarda bu kibirli şımarıklıkların ve lince maruz kalan
muhafazakarların kutuplaşmanın neresinde yer aldıkları pek
önemsenmedi.
Zaten bizler, şu haliyle kutuplaşmadan Hasan Cemal'in sinir
krizlerini, ulusalcıların darbe yapamama nöbetlerini anlıyoruz.
Pedro Almodovar bir Türkiyeli olsaydı, “Sinir krizinin eşiğindeki
elitler” tadında yüz film yapardı. Ama biz bu kadar bereketli bir
konuda öyle çarpıtılmış algılara sahibiz ki, sadece Nuri Bilge
Ceylan'ın “Kış Uykusu” ile yetinmek zorundayız.