Deniz Yücel’in tahliyesine sevinelim mi,
üzülelim mi anlayamadık. Durun bu ifadeyi hemen düzelteyim:
Meslektaşımız Deniz Yücel’in tahliyesine, tabii ki sevindik.
Ancak Yücel meselesi, yaşadığımız ‘hukuksuzluk’
ortamını, olabildiğince kaba bir biçimde gözümüze soktuğu için;
Yücel adeta bir rehine pazarlığı yaparcasına Almanya’yla yapılan
müzakereler sonucunda bırakıldığı için; artık Türkiye’de
‘siyasi tutuklular’ olduğu gerçeği yadsınamaz hale
geldiği için, buruk bir sevinç yarattı.
Aynı gün Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan ve
Mehmet Altan’ın da “ağırlaştırılmış müebbet”
alması, ülkemizdeki hukukun muz cumhuriyeti standartlarında
olduğunun bir başka tezahürü olarak tarihe geçti.
Artık biliyoruz ki önümüzdeki ay yeniden hâkim karşısına çıkacak
Cumhuriyet’in değerli isimleri Ahmet Şık, Akın
Atalay ve Murat Sabuncu, hasbelkader
yabancı bir pasaport sahibi olmuş olsaydı, çoktan cezaevinden
çıkmış olacaktı. Ancak Türk vatandaşı oldukları için, bu
‘keyfe keder’ düzene tabiiler. Ne hazin!
Bu hafta Türkiye’de yargılamanın acıklı halini hatırlatan bir başka
olay da, Selahattin Demirtaş’ın
Sincan’daki mahkemesiydi. Demirtaş’ın bomba gibi açıklamaları,
Cumhuriyet dışında hiçbir ana akım medyada yer almadı; ancak emin
olun bütün gazeteciler eski HDP genel başkanının dediklerini satır
satır okudu.
Neler dedi Demirtaş? İddianamenin delil bölümü, asli olarak
Demirtaş’ın Meclis konuşmaları ve çözüm sürecinde attığı adımlardan
oluşuyor. Demirtaş, çözüm sürecinde hükümetin Abdullah
Öcalan üzerinden 2010’daki referanduma ‘Evet’ oyu devşirme
teklifinde bulunduğunu anlattı. Hükümetin çözüm süreci çerçevesinde
HD...