Siyasette ‘iş yapan’ iki olgu vardır: Birincisi
mağduriyet, ikincisi güç.
Mağduriyetin her zaman bir karşılığı vardır. Söz ettiğim, zayıflık
ya da beceriksizlik değil tabii. Söz ettiğim, sevdiğiniz birinin
büyük bir haksızlığa uğradığı
hissi. Vicdanları kanatan durumlar. Kendini o liderle özdeşleştiren
seçmen, sessiz sedasız da olsa sandıkta buna yanıt verir.
Ama ‘iktidar’ yansımasının daha da çok alıcısı vardır.
“Bakın ben güçlüyüm. Ben iktidarım. Asla aksini
düşünmeyin” demek de etkili bir siyasi iletişim
yöntemidir.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın son yurtdışı
temaslarının büyük ölçüde bu amaca yönelik bir siyasi iletişim
stratejisi çerçevesinde gerçekleştiğini düşünüyorum. Son haftalarda
Erdoğan Sudan’a gitti, Fransa’da Emmanuel
Macron tarafından Elysee Sarayı’nda ağırlandı ve
Papa’yı Vatikan’da ziyaret etti.
Bu geziler, bu ülkelerle ikili ilişkiler açısından belli bir anlam
taşıyabilir ancak asıl önemi, iktidar partisinin iç
kamuoyuna vermek istediği mesaj. Erdoğan, Papa’yla 50
dakikalık sembolik bir görüşmede Kudüs sorununu çözemeyeceğini
biliyor. Ancak Papa’yla karşı karşıya ve eşit statüde göründüğü o
fotoğraf, Adalet ve Kalkınma Partisi için altın
değerinde. Önümüzdeki seçim sürecinde parti sohbet toplantılarında
“Bakın bütün dünya Erdoğan’ı kabul etti”, “Bakın
Hıristiyan lideri karşısında Müslümanların lideri oturuyor”, “Kimse
dünyayı böyle dize getirmedi” gibisinden cümleler kurulacağını
şimdiden tahmin etmek zor değil.
Gerçekte Türkiye, içeride ve dışarıda son derece
kırılgan bir dö...