Aynı şeyleri konuşmaktan bıktınız değil mi? Ben de.
Ben de bıktım her gün etrafın ne kadar karanlık olduğunu, nelerin
yanlış olduğunu, kimlerin sorumlu olduğunu yazmaktan. Ve
konuşmaktan.
Bakıyorum da, çevremdeki herkes benim gibi düşünüyor. Hepimiz aynı
şeylere kızıyoruz, aynı otoriterleşmeden şikâyetçiyiz, reform
gündemi istiyor, hukuk devleti diyor, memleketin genel
istikametinden kaygılanıyoruz.
İyi de ne fark ediyor? Bütün bu hayıflanmalar, yakınmalar, bu
günlerin moda tabiriyle“duyar kasmalar” havaya uçup gidiyor.
Ne bir etkisi oluyor, ne topluma yansıması. Siz, ben ve üç
arkadaşımız dışında insanlar bizim dert edindiğimiz konuları çok
umursamıyor gözüküyor. 100’üncü ya da 500’üncü kez “Bu iş
böyle olmaz”, “Bu çok yanlış politika” yazısı yazsak da,
memleket belli bir istikamette ilerliyor. Sesimiz karanlıkta bir
çığlık olarak kalıyor. Toplum tepki göstermiyor.
İşte bu yüzden, geçenlerde bir işadamı dostumun anlattıkları bana
ilginç geldi ve bugün okuyacağınız, belki de 10’uncu muhalif yazı
yerine sosyolojik bir gözlem aktarmak istedim. Yanlış anlamayın;
sözlerine katıldığım için değil, bir gazeteci olarak toplumu
anlamak ve yeri geldiğinde tercüme etmek zorunda olduğum
için...
İşadamı dostum, 2002 sonrası reform yıllarında
AKP’ye, Kılıçdaroğlu çıktıktan sonra
CHP’ye, Haziran 2015 seçimlerinde bir umutla HDP’ye ve daha
sonra“memleket elden gidiyor” diye yeniden AKP’ye oy
vermiş bir seçmen. Bu yüzer-gezer, demokrasi arayan ama kaostan da
korkan seçmen sayısı sandığınızdan daha fazla. Özel
bir Tayyip Erdoğan sevdası yok; hatta
çocuklarının geleceği açısından Türkiye’deki muhafazakârlaşmadan da
rahatsız. Ama 15 Temmuz sonrası hislerini bana şöyle
anlattı:
“Ben ve benim gibi birçok işadamı şu anda ayakta kalmaya
bakıyor. Darbe olsaydı iç savaş çıkacağına şüphem yok. Suriye
gibi olacaktık. Olmamasına seviniyorum. Artıkderdim demokrasi
değil. O bir hevesti. Ama Libya, Suriye ve Irak’ta
yaşananlarıgördükten sonra zaten Allah her yerde demokrasinin
kurulamayacağını gözümüzesoktu.”