Herkesin ‘benim anayasam’ diyebileceği bir toplumsal sözleşme

AK Parti, 2002 yılından itibaren Türkiye’de sadece bir iktidar değişimini değil, aynı zamanda bir düzen inşasını başlattı. “Eski Türkiye – Yeni Türkiye” mukayesesi yapıldığında, özellikle 2002’den 2015–2016 dönemine kadar Türkiye’nin birçok alanda Batı standartlarına yaklaşan bir ülke konumuna geldiği açıkça görülmektedir. Hukuk sisteminin işleyişinden siyasetin üretkenliğine, altyapı yatırımlarından kalkınmaya kadar pek çok başlıkta, merhum Turgut Özal’ın ifadesiyle Türkiye adeta bir “çağ atlama”

https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac

AK Parti, 2002 yılından itibaren Türkiye’de sadece bir iktidar değişimini değil, aynı zamanda bir düzen inşasını başlattı. “Eski Türkiye – Yeni Türkiye” mukayesesi yapıldığında, özellikle 2002’den 2015–2016 dönemine kadar Türkiye’nin birçok alanda Batı standartlarına yaklaşan bir ülke konumuna geldiği açıkça görülmektedir. Hukuk sisteminin işleyişinden siyasetin üretkenliğine, altyapı yatırımlarından kalkınmaya kadar pek çok başlıkta, merhum Turgut Özal’ın ifadesiyle Türkiye adeta bir “çağ atlama” süreci yaşadı.

AK Parti iktidarlarını önceki iktidarlardan ayıran temel özelliklerden biri, iktidara gelir gelmez Türkiye’nin sorunlarını sistematik biçimde tespit etmesi ve bu sorunları bir öncelikler hiyerarşisi içinde ele almasıydı. Yalnızca sorunların fotoğrafını çekmekle yetinilmedi; yol, su, ulaşım, lojistik, sağlık gibi temel alanlarda ülke çapında bir seferberlik başlatıldı. Özellikle ulaşım ve sağlık alanlarında atılan adımlar, AK Parti’nin oy oranı yüzde 45–50 bandında seyretse dahi, kamuoyu desteğinin uzun süre yüzde 70–80 düzeylerinde kalmasını sağladı.

15 Temmuz darbe girişimi, devlet ve siyaset üzerinde derin travmalar oluşturmuş olsa da, AK Parti belirlediği öncelikler sıralamasını büyük ölçüde sürdürdü. Demokratikleşme, başörtüsü yasağı gibi kronikleşmiş sorunlara ise zaman içinde çözüm arandı. Bugün çoğu zaman gözden kaçırılan bir gerçek vardır: Bir dönem kamuoyunda, AK Parti’ye oy vermediğini özellikle vurgulayan milliyetçi, sosyalist ve muhalif kesimlerden sıkça şu cümle duyulurdu: “AK Partili değilim ama doğru işler yapıyorlar.” Bu yaklaşımın bir kısmı yapılan icraatlara, bir kısmı ise devletin baskıcı uygulamalarından zarar görmüş kesimlerin demokratikleşme beklentilerine dayanıyordu. Siyasi rekabetin sertleştiği günümüzde ise bu dili muhalif kesimlerde neredeyse hiç duymak mümkün değildir.

Dış politikada atılan adımlar da benzer şekilde Türkiye’yi adım adım tam bağımsızlık hedefi doğrultusunda ilerleten bir çizgiye oturttu. Altyapısını büyük ölçüde tamamlamış, enerji ve ulaşım hatlarıyla küresel jeopolitiği etkileyen bir ülke olarak Türkiye, artık hiçbir küresel gücün görmezden gelemeyeceği bir konuma sahiptir.

Savunma sanayi meselesi de bu çerçevede kritik bir eşiktir. Türk ordusu, iki bin yıllık askeri geleneğiyle her zaman büyük bir güç olmuştur; ancak uzun yıllar boyunca savunma sanayiinde dışa bağımlılık temel bir zaaf alanı olarak varlığını sürdürmüştür. AK Parti’nin ihtiyaçları doğru tasnif etmesi, zamana ve zemine uygun bir planlama yapması, savunma sanayiinde yerli ve milli üretimi stratejik bir aşamaya taşımıştır.

Ancak bir ülkenin sorunları yalnızca teknik meselelerden ibaret değildir. Asıl belirleyici olan, o memleketin anayasal düzeni, hukuk sistemi ve bu sistemin toplumsal meşruiyetidir. Hukuk doğru inşa edildiğinde, diğer alanlar da saat gibi işlemeye başlar.

Sn. Cumhurbaşkanının son dönemde dile getirdiği anayasa vurgusu bu açıdan önemlidir. Fransız bir düşünürün söylediği gibi: “Zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü bir şey yoktur.” Ülkelerin de belli aşamaları vardır: yoksulluk dönemleri, geri kalmışlık evreleri, hukuk düzeni kurmakta zorlandıkları zamanlar… Bugün Türkiye, altyapısını büyük ölçüde tamamlamış, küresel enerji ve lojistik ağlarının merkezinde yer alan bir ülkedir.

Peki eksik olan nedir? Bugüne kadar Türkiye’deki anayasa metinlerinin neredeyse tamamı —1961’den itibaren— darbe dönemlerinin ürünü olmuştur. Bu nedenle bugün ihtiyaç duyulan şey, yalnızca teknik olarak iyi yazılmış bir anayasa değil; toplumun geniş kesimlerinin rızasını almış, gerçek anlamda sivil ve kapsayıcı bir toplumsal sözleşmedir.

Asıl soru şudur: Türkiye bir “rıza toplumu”na geçebilir mi? Hızlı büyüyen, iki yüz yıllık birikmiş sorunları kısa sürede çözmek isteyen bir devlet ve toplum yapısına sahibiz. Bu süreçte vatandaş ile devlet arasında, hatta vatandaşların kendi arasında oluşmuş ciddi bir güven sorunu bulunmaktadır. Belki de yeni ve sivil bir anayasa ile başlayarak önce hukuk toplumuna, ardından rıza toplumuna geçiş mümkün olabilir.

Geldiğimiz noktada anayasa, hukuk toplumu ve rıza toplumu gibi sofistike meseleler, artık teknik yatırımların bile önüne geçmiş durumdadır. Sn. Cumhurbaşkanının siyasi dehası da tam burada ortaya çıkmaktadır: Zamanı ve zemini olgunlaşmış bir sorunu doğru anda tespit etmek, toplumsal talebi okuyarak onu siyasal gündemin merkezine taşımak ve sonuç almaya çalışmak.

“Herkesin benim anayasam diyebileceği bir anayasa” söylemi bu bakımdan dikkat çekicidir. Temennimiz, Türkiye’nin nihayet sivil, kapsayıcı ve toplumsal meşruiyeti güçlü bir anayasaya kavuşmasıdır.

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Herkesin ‘benim anayasam’ diyebileceği bir toplumsal sözleşme 16 Aralık 2025 | 44 Okunma Gazze için adalet: Türkiye ve İspanya 14 Aralık 2025 | 52 Okunma AK Parti yeni bir genişleme sürecine girebilir mi? 09 Aralık 2025 | 510 Okunma DEM Parti’den en az MHP kadar duyarlılık bekleme hakkımız yok mu 07 Aralık 2025 | 118 Okunma İlim Yayma ödülleri ve zihniyetin millileşmesi 02 Aralık 2025 | 128 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar