“Ama minik simitçinin yüzünü
yalayıp geçen bir sevinç ifadesini de bakışlarım
yakaladı”
Hava buz gibiydi o sabah… Rüzgâr
âdeta bir yılan gibi sokuyordu insanı… Sıcacık odamın, buğusunu
sildiğim penceresinden dışarıdaki manzarayı seyretmekteydim. Soğuk
sokağın sıcacık düşlerinin battaniyesine sarılarak, hülyalara
dalmanın güzelliği bir başkaydı. Donmakta olan ellerini ağzına
tutup nefesinin sıcaklığında ısıtmak isterken, dağılan dikkati
sonucu iki ayağı birden altından çekiliveren insanların düşüşlerine
gülmek...
Tam bu hayallere dalmıştım ki
sıcacık odamda, sımsıcak düşlerimin kucağından annemin sesi
duyuldu:
-Evlâdım, haydi bir koşu fırından
iki tane taze ekmek alıver...
İşte, düşlerin ölümü, hayâllerin
yerle yeksan olmasıydı bu... Sabahın erken saatinde sıcacık odayı
bırakıp da bu tenha sokaklara çıkılır mıydı şimdi? Ama anne
sözüne hayır denir miydi?.. Sıkıca giyindim. Kafamı, bir tek
gözlerim dışarıda kalacak vaziyette atkımla sardım. İçim ürpererek
sokağa çıktım... Dışarıda hükmeden sadece ayazdı. Bu manzara
karşısında daha ilk rüzgâr gözlerimin yaşarmasına yetmiş de
artmıştı. Ağzımı sardığım atkımın dokularının arasından süzülerek
çıkan soluğum bir duman gibi gözlerimin önünü kapatıyor, nefesimin
buharıyla ıslanan atkım her nefes alışta iyice soğuttuğu ıslak
havayı ciğerlerime işletiyordu...