“Konuya pat diye girilmiyordu. Bir yolunu bulup söze başlayacaktım
ki; ninem araya girdi...” O günleri çok iyi hatırlıyorum;
seksenli yılları… Köyümüzün toprak damlı kaba taştan yapılmış derme
çatma evlerini, dar veya çıkmaz sokaklarını; müşfik komşuları…
Dünyanın küçücük yerinden, dünya şehri İstanbul’a gelmek kolay
olmamıştı. Köyde her evin, küçük de olsa, kendine ait sımsıcak bir
yuvası vardı. Bayramlar düğünler, cenazeler hep birlikte yaşanırdı.
İstanbul’da, mübarek büyüğümüzün sohbetinde “Bu devirde Ehl-i
sünnet ve’l cemaat içinde olmak kolay değildir” kelamını
işitmiştim. Bu merakla bir gün babamın imamlık yaptığı Erzurum,
Narman, Sütpınar köyüne geldim.
Akşam ezanını babam okuyordu. Sesini nerede duysam tanırdım. İçim
bir hoş oldu, nedense gözlerim buğulandı. Hasretlikten mi, yoksa
beni çocukluk senelerime götüren tılsımlı bir ikaz olduğundan mı
ne... Tam bilemiyordum hüzünlenmemin sebebini. Kafam başka
âlemlerde… Yaz günlerinde akşam olunca herkes evine çekilir, günün
yorgunluğunu atmaya çalışırdı. Uzak yerlerden geldiğimde eve hep
habersiz girerdim. Yine öyle oldu. Kapıyı açar açmaz hanemiz
bayram yerine dönmüştü o akşam. Babam camiden gelince hep
birlikte yemeğe oturmuş, anacığımın itinayla pişirdiği "tatar
böreği"ni iştahla yemiş, çoktan sohbete dalmıştık. Allah biliyor
niyetim aile toplu hâldeyken; nereden geldiğimizi, uzak-yakın
akrabalarımızı, yani ecdadımız hakkında bildiklerini
öğrenmekti. Bir yolunu bulup konuşmaya başlayacaktım ki ninem araya
girdi: - Ragıp’ım sana bir sır vereceğim!
- Hayırdır nineciğim, ne sırrı?
Ninemin bir deri bir kemik kalmış dizinin...