“Bizi kurtlar yese bile, yerimizi
tutacak kardeşlerimiz vardı. Fakat sığırların yenisini alacak
paramız yoktu!..”
O yılların çocukları kırlara
hayvan gütmeye gittiğinde ne yerler, ne içerler, merak ettiniz
mi? İşte bu sorunun cevabı: Davar, sığır ve katırları gütmeye
gittikleri “Gebedere” adlı yerde su yoktur. Öğle vakti hayvanları
sulamak ve kendileri de doya doya su içmek için epeyce uzak olan
vadinin dibinde akan dere kenarına inerler. Vakit öğle
olduğuna göre, acıkmışlardır elbet. Çıkınlarını açıp yufka, kuru
soğan ve çökelekle bir güzel doyururlar karınlarını. (Yok,
birbirimizden farkımız; aynen biz de öyle yapardık Osman Nuri Bey,
aynen biz de öyle!) Bazen de çok uzak ve sarp bir yerde
bulunan “kurna” adlı yere yonca yolmaya giderler. Yoldukları otları
yokuş yukarı aç ve susuz olarak sırtlarında taşırlar.
Neden mi bu sıkıntı, bu zahmet,
bu eziyet? Köy yerinde insanlar, çocuklar aç kalabilir;
hayvanlar asla! Niçin mi?
“Hayvanlar bizim canımızdı ve
bizden daha değerliydi. Bir insanın, hele bir çocuğun maliyeti
neydi ki! Ama hayvan sahibi olmak için para gerekirdi, para! Hem de
az buz değil.
“Çocuk ölümleri için, ‘Allah
verdi, Allah aldı’ denirdi o kadar.
Bir gün, Osman Nuri ve ağabeyi
sığırları alıp yaylaya doğru yola çıkarlar. Bir süre sonra,
şiddetli bir yağmura yakalanırlar. Yağmur doluya, lodos poyraza,
poyraz fırtınaya dönüşür. Şimşekler, yıldırımlar… Parçalanan
ağaçlar, yuvarlanan kayalar… Bulundukları yer, gelen sel suları ile
dolmaya başlar. Öküzleri boğulmaktan kurtarmak için, yüksekteki bir
kayanın dibine doğru sürerler. Kurtlar ulumaya başlar bu
sıra... Öküzleri boğulmaktan kurtarırlar ama kurtlardan nasıl
koruyacaklar? Birer sopa bulup gözlerini dört açarak gece geç vakte
kadar beklerler. Haydi, yazarın sözleriyle bitirelim bu
öyküyü:
“Şimdi düşünüyorum da, ya kurtlar
sığırlar yerine bizi yeseydi ne olurdu diye.
Hiçbir şey olmazdı. Bize
tembihlendiği için zaten onu göze almıştık. Bizi kurtlar yese bile,
bizim yerimizi tutacak kardeşlerimiz vardı. Fakat sığırların yerini
dolduracak, yenisini alacak paramız yoktu. Biz böyle güdülenerek
büyütülmüştük...”
İşte, asıl ben buna “Sorumluluk
duygusu budur!” diyorum. Hani şair kadınlarımızı anlatır ya
şiirinde:
“Ve sanki hiç yaşamamış gibi
ölen,/Ve soframızdaki yeri,/Öküzümüzden sonra gelen…”
der ya... Bu mısralar, 1940’lı yılların çocukları için de
aynen geçerliymiş!
Öyle değil mi?
Hüseyin
Erkan-Bahçeşehir/İstanbul