“Etrafa bakındı bir tavuk yiyen
görmek için ama çevresinde tavuk yiyen biri yoktu...”
Yarım asır öncesinde “Almanya’ya
mecbur ettin fakirlik” diyerek yola çıkan gurbetçilerin ilk
günlerini ve ruh hâllerini anlatan hatıraya bugün de devam
ediyoruz... Kahraman Hüseyin bir büyükçe mağazada lokantaya
gelir…
“Şöyle uzaktan baktı; burada da
fabrikada olduğu gibi herkes kendi servisini yapıyordu. Evvela
yemeklere bir göz gezdirdi. Çeşitli yemekler vardı. Çoğu da et
yemeğiydi. Bunların domuz eti olabileceğini düşünerek et yemeği
almak istemedi. Üstelik sebzelerin piştiği kaplara da domuz eti
bulaşmış olabilirdi. O yüzden onlar da sakıncalıydı. İleride,
duvarın dibindeki masada birisi tavuk yiyordu. Tavuk, şişe
saplanmış, ateşte kızartılmıştı. Domuz etiyle bir ilgisi yoktu;
bunu rahatlıkla yiyebilirdi. Tabakların olduğu yerden bir tepsi,
çatal ve bıçak alarak sıraya girdi. Kızaran tavukların önüne
geldiğinde işaretle yarım tavuk almak istediğini anlattı.
Sonrasında garsonlar tavuğu bir tabağa koyup ona verdiler. Kasanın
önünden geçerken parasını ödedi, elindeki tepsiyle gidip bir masaya
oturdu...
Yiyecekti. Ama nasıl yiyecekti?
Evdeyken eline alıp ısırarak yiyordu. Şimdi ise Avrupa’da modern
bir şehirdeydi, üstelik bir kalabalığın arasındaydı. Çatal bıçakla
yemesi gerekirdi ama becerebilecek miydi? Durdu, etrafa
bakındı, herkes nasıl yiyorsa ben de öyle yerim diye düşündü; ama o
an çevresinde tavuk yiyen biri de yoktu. Tavuk kızartılan tezgâha
doğru baktı, bıyıklı biri tavuk alıyordu. Onu bekleyecekti. Onun
yiyişini görüp ona göre yiyecekti. Vakit geçirmek için elini cebine
soktu. Ceplerini karıştırdı, mendilini çıkarıp ellerini sildi ve
mendili gene dürüp cebine koydu. O sırada da tavuk alan adam
kendine doğru geliyordu. Gelip karşısındaki masaya oturdu, tepsiyi
önüne çekerek tavuğu eliyle parçaladı, bir parçayı alıp ağzına
götürdü ve ısırarak yemeye başladı. Bu durumu gören Hüseyin
sevindi, derin bir nefes aldı, o da tavuğu parçalayarak yemeye
başladı.