“Detektif gibi düşünmeye
başlamıştım. Bu adam aynı anda iki kimseyle mi
konuşuyordu?”
Cep telefonu ile konuşurken şarjı
bitenleri, kaza yapanları, direklere toslayanları; kayalıklardan
uçanları hatta ve hatta ölenleri duymuştum ama böylesi ile ilk defa
karşılaşıyordum.
Saatlerce yanında yolculuk etmek
zorunda kaldığım adamın elinde iki telefon vardı ve ikisini de aynı
anda kullanıyordu. Adam sanki bir makineli tüfek gibi hiç
durmadan konuşuyordu. Kızmıştım sinirlenmiştim, çünkü kafam
şişmişti ama kaçacak bir yerim, “lâ havle” çekip sabretmekten başka
yapacak bir şeyim yoktu.
Bu kâbusa, bu saygısız adama
mecburi yolculuk bitinceye kadar katlanacaktım. Birkaç kez adamı
uyarmıştım ama duyan kim? Dikkate alan kim? Kafam bir de bu işe
takılınca çıldıracak gibi olmuştum. Kulaklarımı tıkayıp duymamaya
çalışıyor, zaman zaman belki diyerek uyumaya çalışıyordum ama
adamın her söylediği söz beynime bir çekiç gibi çakılmaya devam
ediyordu. Trene bindiğim andan beri bu yaşadıklarım özel
ısmarlanmış işkence gibiydi. Artık sinir olduğum adama ve
konuşmasına kulak misafiri olmaya gelmişti sıra. Neydi bu geri
zekâlının vır vır vır bu konuşması?
“Aşkım ben 11.00 gibi İzmit’te
olurum. Garda beni bekle! Biliyor musun seni çok özledim. Bu yirmi
dört saat sanki bana yirmi dört sene gibi geldi…”