“Gelen adamın kucağında
ağlamaktan gözleri kızarmış, minik kız çocuğunu
hatırladım...”
Dışarı çıktığımda, ben alnıma
biriken teri silerken çaresizliği yaşıyordum. Dışarıda büyük bir
korku ve endişe; bir o kadar da umut içinde bekleyen baba, kapı
açılır açılmaz kucağında uykuya yenik düşmüş minik çocuğuyla
yerinden bir ok gibi fırlamıştı... Gözünü gözüme dikmiş bir
rahatlatıcı haber aramıştı. O anlık bakışmalarda gözlerin gözlere
anlattığını sayfalar dolusu yazıyla anlatamazsınız… Beden dili
sözden çok daha anlamlıdır.
Ben zavallı adamcağıza ne
diyeceğimi hesaplarken adımlarımdaki kararsızlık ve gözlerimdeki
çaresizlik her şeyi ele vermişti bile… Nitekim adamcağız
durumu anlamış olacak ki ellerini dizlerine vurarak ağlamaya
başladı.
Onun acı feryadı uykusuzluğa
yenik düşmüş, babasının kucağına kendini bırakmış küçük kızı
uyandırmaya yetmemişti. Telefonla mı haber verdi ne oldu
bilemiyorum, kadınlı erkekli birkaç kişi daha yardımlarına
gelmişti. Kalabalığın önüne mahcup bir hâlde vardım “başınız sağ
olsun!” diyebildim...
Hastane koridorunda yankılanan
çığlıklar, bizim üzülerek de olsak aşina olduğumuz çığlıklardı. Bu
mesleğin kaderi buydu… Bir doktor için bu durumlar her ne kadar
elem verici olsa da hastane ortamındaki normal durumlardı. O
geceyi, bu ölüm vakasının kritiğini yaparak geçirdim...