1990’ların sonunda Amerikalı gazeteci ve köşe
yazarı Ferid Zekeriya, İlliberal
Demokrasilerin Yükselişi başlıklı bir makale yayımlamıştı.
Seçimlerin yapıldığı ancak seçim sonuçlarının sadece çoğunluğun
hâkimiyeti olarak algılandığı “özgürlükkarşıtı bir rejimden”
bahsediyordu.
Bu tespiti artık büyük oranda gerçekleşmiş olarak
değerlendiriliyor. İş
sadece PutinRusyası, Modi’nin
Hindistan’ı ya da Singapur gibi örneklerle sınırlı değil.
Geçen gün Taraf
gazetesinde Tolga Bilener’in
belirttiği üzere Avrupa Birliği’nin bir süredir başını ağrıtan
Macaristan ve belli ki bu ağrıyı artıracak olan Polonya’nın yeni
hükümeti de bu istikamette ilerliyor.
Hatta Macaristan’ın başbakanı Orban, Batı’nın
ideolojik dogmalarına isyan etti ve “özgürlükçü
olmayan demokrasi”nin toplumun refahı için kendini yeniden
organize etmesi için model olması gerektiğini ifade etti. Olumlu
olarak verdiği örnekler arasında elbette Türkiye de yer
alıyordu.
Elbette “illiberal demokrasi” ya da “özgürlükçü olmayan demokrasi”
ne kadar demokrasidir tartışılır. Daha ziyade mahcup bir
diktatörlüğe benziyor ya da kadife eldivenli bir demir
yumruğa.
Aşırı sağ, popülist siyasi hareketlerin bayılacağı bir
rejim.
Doğrusu memleketimizin siyasal İslamcı geleneğinin de zaten
otoriter siyasi kültürünün de hemen kucak açacağı bir yönetme
tarzı. Macaristan, boşuna Türkiye’yi örnek göstermiyor.
Hindistan’daki gelişmelerden yakınan profesör Pervez
Ahmet’in, Türkiye’yi de benzer bir süreçten geçen bir
memleket olarak tahlil etmesi de tesadüf değil.
Putin’in, Orban’ın, Modi’nin
arzuladıklarıyla Erdoğan ve Davutoğlu’nun
arzuladıkları çok farklı değil.
Erdoğan bunu daha çok “milli irade” diye somutlaştırıyor, Davutoğlu
ise daha havalı “restorasyon” ifadesini kullanmayı tercih
ediyor.
Behlül Özkan, “Davutoğlu dili ve edebiyatı”
konusunda uzman bir akademisyen. Onun “Abdülhamit’in
ruhunu beklerken: Restorasyon, medeniyet ve Davutoğlu”
makalesi çok açıklayıcı.
Dünyada yükselişte olan özgürlük karşıtı dar demokrasi anlayışı
AKP’nin siyasi projesiyle örtüşüyor.