Bu hafta Selahattin Demirtaş, 15 ay sonra ilk
defa mahkemeye çıktı. Üç gündür savunma yapıyor. Meclis’in üçüncü
partisinin tutuklu yargılanan eski eş genel başkanının savunması
medyada kendine yer bulamıyor. Milyonlarca vatandaş böylesine
önemli bir davanın içeriğinden habersiz.
Demirtaş’ın söylediklerinin iktidar baskısı altındaki medyada
yayımlanmaması gayet anlaşılır. Neticede halkı bilgilendirmek,
kamuoyuna demokratik bir tartışma ortamı sağlamak gibi kamusal
işlevi kalmamış, sadece iktidarın propaganda makinesine dönüşmüş
bir medya kendinden bekleneni yapıyor.
Oysa, Demirtaş’ın bu hafta mahkemede söyledikleri, demokrasiyle
yönetilen bir ülkede dile getirilseydi yer yerinden oynardı.
Son açıklamalarla, çözüm sürecindeki tutarsızlıklar iyice
belirginleşmeye başladı. Malum, önce görüşmüyoruz dendi, sonra “biz
değil, devlet görüşüyor”. Nihayetinde “benim gönderdiklerim
görüşüyor”.
Süreç bir ara öyle bir aşamaya geldi ki Abdullah
Öcalan’ın mektubu Diyarbakır’da yüz binlerce
kişinin katıldığı Nevruz’da okundu. PKK’nin devlet gözetiminde
çekilmesini iktidar medyası “kamera kör, anten sağır” diye kutladı.
Dolmabahçe mutabakatı yine iktidar çevrelerince büyük bir müjde
olarak duyuruldu. Ta ki “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışına ve
devamında HDP’nin yüzde 13 oy alarak AKP’nin tek başına iktidar
olmasını engellemesine kadar.
Demirtaş, 2010 referandumunda partisi boykot kararı verdiğinde bir
bakanın, Öcalan’ın el yazısı bir mektubunu “evet”
oyu versinler diye kendilerine getirdiğini ileri sürüyor. İddiaya
göre devletin bakanı, İmralı’dan aldığı mektupla bir partiyi kendi
çizgisine çekmek istiyor.
Demirtaş’ın açıklamasına göre başkanlık seçiminden çekilmesi için
iktidar yine İmralı üzerinden kendisine baskı yapmış.
Yetmemiş, 7 Haziran seçimlerine parti olarak girmemeleri ve
bağımsı...