Seçim rekabetinde gelinen noktanın iç açıcı olduğunu söylemek
mümkün değil. Pek çok değerin aşındığı bir süreçten geçiyoruz.
Kurumlar aşındığı gibi, popülizm nedeniyle kurallar ve standartlar
da aşınıyor. Popülizmin aşındırıcı etkisi, rasyonel işleyen bir
anayasal düzen olmadığı için toplumu bir arada tutabilecek rasyonel
referansları yerle bir ediyor.
Tüm geleneksel değerlerin yerle bir olduğu ama toplumu bir arada
tutacak yeni referansların üretilmediği ve yeni referanslar
çerçevesinde yeni bir anayasal düzenin üretilmediği ülkelerde,
popülizm yıkıcı etkiler meydana getirir. Toplum kendini güvende
hissedebilecek kalelere çekilir. Kale psikolojisi bir savunma
psikolojisidir aslında. Kale psikolojisi popülizmin en yıkıcı
sonuçlara yol açabildiği bir psikoloji. Çünkü normal bir hayat ile
ilgili tasavvurlar kaybolur. Kendi kalelerine çekilen homojen
topluluklar, sadece kendi gerçekliğinin hâkim olduğu sanal bir
normalin hayalini kurmaya başlar. Bu da radikal yaklaşımların
hâkimiyeti demek.
19. yüzyıl sonlarında Avrupa’daki popülizm, 20. yüzyılın ikinci
yarısındaki popülizmlerden ayrılıyor. Zira ikincisinde, göreceli
yerleşik bir anayasal düzen içinde partiler, o alanın sınırları
içinde kalmaya özen gösterdiler. İlkinde ise insanlığa ait tüm
değerler yerle bir edildi.
İlki “kültürel, sosyal, ekonomik ve tabii ki kurumsal ve siyasal”
kriz durumuna işaret ediyordu. Sonuçta, radikal, irrasyonel, şoven
ve yabancı düşmanı popülist politikalar, milyonlarca insan hayatına
mal oldu.
Bugün ne yazık ki Türkiye açısından benzer bir durum söz konusu. Ya
krizi yeni bir başlangıcın fırsatına dönüştüreceğiz ya da on
yıllarca tamir edilemeyecek yıkımlara hazırlıklı
olacağız.
Bu tercih sadece yurttaşları değil, aynı zamanda siyasi kadroları
da hayati bir sorumluluk ile karşı karşıya bırakıyor.