Karmaşık duygular içindeyim, mükemmelden vazgeçmeyi alışkanlık haline getiren, dolayısıyla her şeyden kolaylıkla vazgeçen bir toplumda hayal gücünü kurutan bu coşku yoksulluğu bazen öylesine dayanılmaz bir hal alıyor ki sanki bütün ışığımı kaybediyorum ve hiçbir şeyde teselli bulamıyorum.
Bütün şiir kitaplarını odanın orta yerine yığıp her birinden bir dize okuyorum, cazdan roc’a ve klasik Batı müziğine kadar sırasıyla bütün müzikleri garip bir şekilde ağlayarak dinliyorum.
Sonra gözlerimdeki yağmur diniyor, biraz da narsistik bir duyguyla kendi şiirimden dizeler okumaya başlıyorum.
/Haylaz bir şeytandan kaçarken
çalınmış bakışların büyüsüne düşersin
hayatın pusulası iki kutup arasında
titreşip kırılıverir.
Ölüm kaçar son vedalaşmanın gözlerine
sevmek ve dua etmek için ayrılığa katlanırsın.
Her sabah bir hafızın
gözlerinde uyanıyor demesinler diye
mendiline sakladığı bir geceyle dolaşıyor
çünkü aşk fallardaki en güzel tehlike./
Ama ne yapsam boş, insanlığın üzerinde dolaşan korkunun gölgesi her şeyi karanlıkta bırakıyor. Ve hayatımıza hüzün çöktüğü için insanlar bırakıp gidiyor… Tıpkı köpeklerin depremi sezmesi gibi galiba insanlar da hüznün çökeceğini önceden seziyorlar. Ve deprem sonrasında her şeyin külle örtülmesi gibi hüzün de, üstünde dumanlar tüten eski sevinçlerin tepesinde kanat çırpan kara kuşlar geziniyor, korkunun gölgesi dolaşıyor…