Toplumda siyasetin en çok konuşulduğu, tartışıldığı dönemler, aslında memlekette işlerin çok da iyi gitmediği dönemlerdir. Siyasete güvenin var olduğu, ekonomik problemlerin asgari düzeyde seyrettiği, insanların hak-hukuk ve özgürlük sorunlarının büyük ölçüde karşılandığı bir ortamda memnuniyetsizlerin sayısı da doğal olarak azalacaktır. Dolayısıyla insanların ekonomik, siyasi ve toplumsal taleplerinin karşılandığı bir toplumda yeni siyasi arayışlara da ihtiyaç olmayacaktır. Ama kabul etmek gerekiyor ki özellikle son beş yılda Türkiye’de toplumun değişik kesimlerinden yükselen sesler ekonomide, siyasette, adaletin tecellisinde, özgürlüklerin kullanımı konusunda ciddi sorunların yaşandığını göstermektedir. Epey bir süredir siyasete hakim olan buyurgan, itham edici ve kavgacı üslup toplumu o kadar yordu ki, hepimiz sükunete, bağırıp-çağırmayan siyasete hasret kaldık. Eminim ki şu günlerde bir kamuoyu araştırması yapılsa, hangi siyasi anlayışa mensup olursa olsun toplumun önemli bir bölümü bu rahatsızlığı açıkça dillendirecek ve sadece “huzur” istediklerini beyan edeceklerdir. Maalesef siyasi tarihimizin en önemli hastalıklarından birisi, belli bir süreçten sonra her meselenin ve problemin sadece ‘iktidar gücü’ üzerinden okunmaya çalışılmasıdır. Zamanla gücün büyüsüne kapılan siyasi iktidarlar, mesela ekonomide yaşanan krizi ekonominin rasyonel kurallarıyla değil, iktidar talimatlarıyla çözebilecekleri hayaline kapılırlar. Mesela adaletin tecellisinde zaaf işaretleri ortaya çıkmaya başladığında, bu durumun ancak bağımsız ve tarafsız bir yargı anlayışıyla değil, iktidar gücünün işaretiyle çözülebileceğine inanmaya başlarlar. Mesela demokrasilerin temelini oluşturan insan haklarının görmezden gelinmesi, özgürlüklerin azalması ve eleştirilerin keskinleşmesi karşısında iktidarlar makuliyeti değil, “memleketin bekası tehlikede” olduğu gerekçesiyle otoriter gücü kullanmayı tercih ederler.