Modern zamanlarda dindar kesimlerin ‘hukukun üstünlüğü’, ‘kuvvetler ayrılığı’ ve insan haklarının vazgeçilmezliği gibi konularda duyarlı olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün değil. Çünkü ne zaman bu kavramlar gündeme gelse, özellikle kendisini dindar olarak tanımlayan bazı kesimler anında tepkisel bir tavırla “Yasama-yürütme-yargı” üçlüsünün Batı ve tüm İslam karşıtı rejimlerin bir ürünü olduğunu ve Müslümanların Allah’ın kanunu (Kur’an) dışında hiçbir kanuna ihtiyacı olmadığını söyleyerek dünyaya kapılarını kapatmayı tercih ediyorlar. Bu tür yaklaşımların sadece ideolojik bir duruştan çok, İslam’ın özünün ve hikmetinin yeterince anlaşılamamasından kaynaklandığı muhakkak. Zira gerek Kur’an’da, gerekse Hz. Peygamberin hadislerinde adalet konusunda kesin emirler olmasına rağmen, Müslümanların ‘hukukun üstünlüğü’ne karşı gösterdiği duyarsızlığı izah etmek gerçekten zor. Öyle anlaşılıyor ki ‘hukuk-adalet’ konusundaki tepkisel tavırlar daha çok Batı’ya karşı duyulan öfkeden kaynaklanıyor. Bilgiden çok duygusal anlamda İslami bağlılığa sahip insanların bu tepkilerini bir noktaya kadar anlamak mümkün. Ama eğer İslami bilimlere vakıf olması gereken bilim insanları, bu konuda yeterli bilgi üretmiyorlarsa, ya da hala klasik fıkıh kodlarıyla konuşmaya devam ediyorlarsa orada çok daha ciddi bir sorun var demektir. Maalesef fıkıhla iştigal eden insanlarımız, siyasete gösterdikleri ilginin üçte biri kadar bile hukuk ve adaletle ilgilenmiyorlar. Dinle pozitif hukukun birbirine bu kadar mesafeli duruşunun temelinde, esas itibariyle modern zamanlarda fıkhın hayatın akışıyla irtibatını keserek geçmiş asırlar için ürettiği klasik fıkıh kültürüne kendisini hapsetmesidir.