“Onlara, “Allah'ın indirdiğine uyun” denildiğinde, “Hayır,
atalarımızdan gördüğümüze uyarız” dediler. Ya atalarının aklı bir
şeye ermemiş, doğru yolu bulamamışlarsa! /İnkârcılara seslenenin
durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvana haykıran
çobanın durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü
onlar düşünmezler” (Bakara: 170-171).
Aklı iyi işleterek imana ulaşmak ne kadar insanca ve insana yaraşır
bir durum ise onu bir yana bırakıp körü körüne başkalarının peşine
düşmek, bâtıl inanç ve gelenekler üzerinde düşünmemek de o kadar
insanı kendine yabancılaştıran ve onu âdeta akılsız canlılar
seviyesine indiren bir tutum, bir davranıştır.
Allah Teâlâ kullarına, doğruyu, güzeli ve iyiyi bilmek ve bulmak
için iki değerli kaynak lütfetmiştir: Vahiy ve akıl.
Vahyi yalnızca peygamberler alır ve ümmetlerine ulaştırır, uygular,
gerektiği kadar da açıklama yaparlar. Bu üç vazife ve imtiyazda
onların ortağı yoktur. Adı, rütbesi, beşeri bilgisi, yorumu, sosyal
mevkii, akademik derecesi… ne olursa olsun başka hiçbir beşer
doğrudan Allah'tan bilgi alamaz, yorumu, rüyası, ilhamı, keşfi,
düşüncesi hatadan salim olamaz, hatasızlık iddiasında bulunamaz.
Dine ait bilgi ve hüküm konusunda herkes birinci derecede vahye
dayanmak mecburiyetindedir; çünkü aklın alanına girmeyen din bilgi
ve hükümlerinde tek kaynak vahiydi.