Düşman köyümüzü, evimizi
yakmıştı. Bunlar canevimizi yakıyor. Kitabımızı yakıyorlardı.
Gidenler nereye gidiyorlardı, nereye?.. “Asılmaya,
asılmaya" diyorduk.
Dinde tahrif
hareketleri -6-
Kalbi saf ve temiz bir Anadolu
insanı, başından geçen acı bir hatırasını şöyle
anlatıyor:
Yıl 1935... Allahü
ekber diyenler, Allah’ın adını ağızlarına alanlar doğru
zindanları boyluyorlardı... Çit, bizim köyümüz... Köyümüzün iki
hocası var. Bunlardan biri benim babam, diğeri Telci Hoca namıyla
maruf birisi... Ben o zamanlar henüz
çocuktum... Abdestlerimizi alıyoruz. Gün doğmadan
namazlarımızı kılmak için âdeta birbirimizle yarış ediyoruz.
Namazlarımızı kıldık. Babamın mütâlaa ve okuma odasına geçtik. Ben
o zaman elif cüzünü okuyordum...
Babam ara sıra dersi kesiyor,
bize dinî ahlâkî öğütler veriyor. Bu öğütleri biz üç kardeş âdeta
su gibi içiyoruz. Kardeşlerim derslerini bitirmişler, okumak sırası
bana gelmişti ki, bir anda odanın kapısı gürültü ile açıldı. Boğuk
boğuk ve hoyratça söylenen “Kıpırdama!..” diye bir ses işittik..
Bu, Kazamızın jandarma kumandanı Rıza Çavuş’un sesiydi. Rıza Çavuş
önde elinde tabanca, arkasında silahlı jandarmalar yanında da bir
köy muhtarı. Sanki bir eşkıya evine giriyorlar, bir caniler,
katiller, hırsızlar şebekesine baskın yapıyorlardı. Tabancalar,
silahlar, jandarmalar. Karakol kumandanı çavuş hemen eğildi;
elimdeki elif cüzünü kaldırıp cebine soktu ve sonra da babama döndü
ve ona “Sen bunların okutulmasının yasak olduğunu
bilmiyor musun? Sen kanuna karşı geliyorsun ha!” diye
bas bas bağırıyordu. Bir aralık durdu. Sonra aklına bir şey gelmiş
gibi birden kükredi. Babamın başındaki sarığı görmüştü... Tuttu, o
kar gibi beyaz temiz sarığı yerlere çaldı. Adam gittikçe,
kuduruyor. Kıracak, dökecek boğacak bir şey arıyordu. Zavallı babam
başı önüne düşmüş. Gözleri nemli susuyor, susuyordu.
Rıza Çavuş tekrar haykırdı.
Babamın kitaplarını göstererek, emrindeki
jandarmalara “Toplayın şu
kitapları” dedi. Kitapları çuvallara
doldurdular. Bir emir daha: “Şu herifin
bileklerine kelepçe vurun!” Emir hemen yerine
getirildi. Babamın bileklerine kirli paslı soğuk demiri, kelepçeyi
taktılar. Babamı doğru köy odasına götürdüler. Baktık diğer hoca da
aynı akıbete uğramıştı...
Köy altüst oldu. Feryat figan...
Bu vatan, bu köy düşman istilasını da görmüştü. Hatta düşmanlar
bütün köyü yakmışlardı!.. Fakat onlar düşmandı. Bu gelenler
kimlerdi? Bu gidenler kimlerdi? Babalarımız değil mi? Bir gaziler,
şehitler mücadelesi olan millî mücadele. Kuva-yı millîye ruhu
şimdi jandarmalara teslim edilmiş zincirlere vurulmuştu. Dedem
Kafkaslarda şehit olmuş, amcam Çanakkale’de. Babam da Balkan ve
Çanakkale muharebelerinde yaralar almıştı. Her Türk ailesinde
olduğu gibi bizim ailemizde de soyca gazi ve şehitler vardı.
Düşman köyümüzü, evimizi yakmıştı. Bunlar canevimizi yakıyor.
Kitabımızı yakıyorlardı. Gidenler nereye gidiyorlardı,
nereye?.. “Asılmaya, asılmaya" diyorduk.
Bütün köy halkı, gözyaşlarıyla jandarmaların önünde itile kakıla
elleri demir kelepçeli babalarımızı gözden kayboluncaya kadar takip
ettik! Gittiler, gittiler… Gözden kayboldular. Biz öksüz ve yetim
kalmıştık. Tıpkı öksüz ve garip Anadolu gibi...
Dinde tahrif
hareketleri -6-
Kalbi saf ve temiz bir Anadolu
insanı, başından geçen acı bir hatırasını şöyle
anlatıyor:
Yıl 1935... Allahü
ekber diyenler, Allah’ın adını ağızlarına alanlar doğru
zindanları boyluyorlardı... Çit, bizim köyümüz... Köyümüzün iki
hocası var. Bunlardan biri benim babam, diğeri Telci Hoca namıyla
maruf birisi... Ben o zamanlar henüz
çocuktum... Abdestlerimizi alıyoruz. Gün doğmadan
namazlarımızı kılmak için âdeta birbirimizle yarış ediyoruz.
Namazlarımızı kıldık. Babamın mütâlaa ve okuma odasına geçtik. Ben
o zaman elif cüzünü okuyordum...