Ülkemizde, insanların diğer canlılar ve çevresiyle ilişkisi
sorgulandığında artık, “Hangi Türkiye?” diye söze başlamak
gerekiyor.
Kötülüğün, tahripkârlığın, canlı sevmezliğin, yaşama düşmanlığın
sıradanlaştırıldığı bir yüzdeliğin davranışı üstünden mi
değerlendirme yapacağız, yoksa diğer dilimden mi yürüyeceğiz?
Konuyu bölgesel düzeyde mi tartışacağız, sınıfsal temelde mi?
Eğitim düzeyi mi, modernlik mi yoksa dini referanslar mı ağır
basacak?
Uygarlığa dair eğilimlerin eskisinden çok daha hızlı yansıyışı,
hayvan ve doğa sevgisi başta olmak üzere Türkiye’deki insani
ilişkileri istemeden de olsa etkilemekte midir?
Tarihsel açıdan özetlendiğinde, Türk insanının hayvanla ilişkisinin
yarar ilkesi üstünden gittiği anlaşılıyor. Avını tutup getiren
şahin, faresini yakalayan kedi, ötüşüyle huzur sağlayan kafesteki
kanarya, yine avlanmada kullandığı köpek itibar görmüş olmalı.
Anadolu insanı yük götüren devesi, tarlasını sürdüğü öküzü, sütünü
sağdığı ineğiyle koyun koyuna yatmış neredeyse. Malını, sürüsünü
koruyan köpek ise, evine almasa da onun vazgeçilmezi olmuş.
Köpeği kendisini koruma işlevi görürken, bir başkasını da ürkütmüş.
Örneğin, Türk köylüsü köpekten çok korkar. Bir tarla yanından
geçerken, hep elinde büyücek bir taş gizlidir köylünün. Köpek
saldırırken en azından yere çömelip sabit durmayı ondan
öğrenmişizdir.
Sahibinin ondan katıksız itaat beklediği, sevgisini paylaşmadığı,
karşılıklı alışveriş oluşturmadığı yalnızca bir ittir köpek. “İt”
değersizlik ifade eden bir kelimedir…
Kentlerde bilincin yükselmesi doğa ve hayvan sevgisini de
beraberinde getirmiş. Oysa kırsal yaşam bundan nasibini, beklenenin
aksine almamış. Daha birkaç on yıl öncesine kadar, turizm
kasabalarında bile belediyeler tüfekle köpek itlafı yapmış.
Özenle beslediği, eğittiği(!) köpeğini döğüşlere götürüp
katlettiren de, son birkaç gününde de olsa, çocuğunun sevgiyle
beslediği kurbanlık koyunu, yine onun gözü önünde kesen de ne yazık
ki...