Birçok İstanbullu gibi ben de Amerikalıları 1940’lı yıllarda
tanıdım. İlk gelenler 1946 yılında ünlü Missouri zırhlısının
mürettebatıydı. Zırhlı, Washington Büyükelçimiz iken yaşama veda
eden Münir Ertegün’ün na’şını getirmişti. Bu,
basit bir jest değildi. Sovyetler Birliği, 17 Aralık 1925’te
imzalanan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı’nı tek taraflı
olarak bozmuştu. Kars ve Ardahan’ı istiyor, İstanbul Boğazı’nda üs
talep ediyordu. Bunun üzerine ABD hızla Türkiye’ye yanaşmaya
başladı. Eline bir fırsat geçmişti, bunu sonuna kadar
kullanacaktı.
Missouri’yi başka zırhlılar, uçak gemileri izledi. Cihangir’de
oturduğumuz apartman stratejik bir noktadaydı. O gemilerin
geldiğini balkonumuzdan ilk ben görür arkadaşlarıma haber
verirdim.
Bembeyaz giysileri, bol paçalı pantolonları, başlarında kepleri,
gürültülü sesleriyle Dolmabahçe önlerine demirleyen gemilerinden
Kabataş’a çıkarlar, Gümüşsuyu’ndan Taksim’e, Taksim’den İstiklal
Caddesi’ne akarlardı.
*** Amerikalılar, biz, II. Dünya
Savaşı sonrası çocukları için çok önemliydi. Güler yüzlü, sevecen,
eli açık insanlardı. “Abdülvahit Turan Yenihayat”ın ortası delik
yüz para, leblebi unu helvasının beş kuruş olduğu o yıllarda
“bonbon”u ilk kez onların ellerinden tatmıştık. Amerikan gemilerine
düzenlenen okul gezilerinde, sokaklarda bizlere çikolata,
şekerleme, bisküvi dağıtırlardı.
Onlara “coni” derdik. Gelişlerine sevinir, gidişleriyle
hüzünlenirdik.
Conilerin gelişine sevinenler yalnız biz çocuklar değildik. Koca
bir yıl Abanoz Sokağı’na sıkışıp kalan “hayat kadınları” özel
izinlerle sokaklara taşıp köşe başlarında iş tutmanın keyfiyle
“Fayf mani tu fak fak!” diye seslenir, onları tavlamaya
çalışırlardı.
O günler Beyoğlu’nun sokakları, kaldırımları temizlenir, yılın 362
günü sidik kokan duvar dipleri bile üç gün bo...