25 Haziran Pazartesi sabahı. Gün yeni ağarmış. Seçim sonuçları
aşağı yukarı belli olmuş. Sokağa çıkıyorum. Moda Caddesi’ni
turluyorum. Küçük bir kafenin önündeyim. Caddeye en yakın masada
bir çift. Birbirlerine sarılmış ağlıyorlar. Girip yanlarındaki
masaya oturuyorum. Gözüm onlarda. Yirmili yaşlarda iki genç insan.
Dilimi tutamıyorum. “Çocuklar, beni üzüyorsunuz diyorum.” Başlarını
bana çeviriyorlar. “Elimizden başka şey gelmiyor”, diyorlar, “tüm
umutlarımız yıkıldı.”
Hiçbir şey söylemiyorum. Aklıma Oğuz
Atay’ın Tutunamayanlar romanından bir cümle
geliyor. “Gel seninle bir daha ağlayalım; yaşanmışlara,
yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanamayacaklara.”
Biliyorum, ağlamak insanı ferahlatır. İçini boşaltır. Bir yerde
okumuştum. Ağlamanın bir hormonal etkisi de çevredeki diğer
insanlarda oksitosin hormonunu tetiklemesiydi. Böylece ağlama sesi
etraftaki insanlarda şefkat duyma ve empati kurma gibi hisleri
uyandırıyordu. Ama onların böyle bir amaçları, niyetleri yoktu.
Yalnızca ağlıyorlardı. Umutsuzluklarını, yıkılmışlıklarını
dışavuruyorlardı.
*** Konuşuyoruz. Kardeşlermiş. İkisi
de üniversite öğrencisi. Kız olanı, “Abi”, diyor, “gözümüzü bu
iktidara açtık. Kolay değil, tam 16 yıl…” Bu 16 yılda hocalarının
üniversiteden atıldıklarına, arkadaşlarının tutuklandıklarına,
sevdikleri gazete yazarlarının cezaevlerine kapatıldıklarına tanık
olmuşlar.
“Umudumuz nasıl kırılmasın” diye soruyor erkek olanı. Umut, fakirin
ekmeğidir, fakirlik umudu yeşertir, besler diyorum. Biz toplumca
fakirleşiyoruz. Özgürlüklerimiz kısıtlanıyor, fakirleşiyoruz.
Demokrasimiz ortadan kaldırılıyor, fakirleşiyoruz. Temel insan
haklarımız çiğneniyor, fakirleşiyoruz.
Bu kötü gidişin sonu nereye varacak? Bu gidişe dur demekten, bu
gidişi durdurmay...