NATO'nun Brüksel Zirvesi "savunma harcamaları konusunda güçlü
tartışmalarla" geçti. Bu tartışmalar ittifak içindeki çatlağın
büyümekte olduğunu gösterdi. Elbette ABD'nin ve Avrupa ülkelerinin
liderleri birlikte fotoğraflar çektirdiler.
Sonuç bildirgesinde "ortak değerlere ve güvenlik" kaygılarına
işaret ettiler.
Hatta Rusya'nın Kırım'ı ilhakı ile "kurallara dayalı uluslararası
düzene meydan okuduğunu" da bir kez daha ilan ettiler.
Ancak şurası net, Başkan Trump'tan sonra NATO artık eskisi gibi
değil. Ve her geçen gün de yaşanan kriz derinleşiyor.
Trump, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin NATO
harcamalarına katkılarını artırmasını istiyor. İlk başta bu 2014
Galler zirvesinde verilen sözün tutulmasıydı.
Yani üye ülkelerin gayri safi yurt içi hasılalarının yüzde 2'sinin
savunmaya ayrılmasıydı.
29 ülkeden sadece 8'i bunu yerine getiriyor.
Trump şimdilerde çıtayı daha da yükseltti; yüzde 4 rakamını
telaffuz ediyor. Oldukça da ısrarcı. Baskısını öncelikle Almanya
üzerine kuruyor. Berlin'in GSYİH'sinin sadece yüzde 1'ini NATO
bütçesine ayırmasını kabul edilemez görüyor. Almanya'nın gaz ve
petrol anlaşmaları sebebiyle Rusya'nın "esiri" olduğunu söylemekten
çekinmiyor.
Brüksel zirvesinde "ABD'yi NATO'dan Kongre onayı olmadan
çekebilirim ancak bunun gerekli olduğunu düşünmüyorum" diyerek
Avrupalı liderlere ABD'siz olmayı tahayyül ettiriyor. Bunun adı
şimdilik "NATO içi kriz." Gelecekte ise belki de ABD ve Avrupa
arasındaki farklı güvenlik mimarisi tercihlerinin başladığı moment
olarak görülecek.
NATO içindeki krizin tek sebebi savunma harcamalarındaki eşitsizlik
değil. İttifak üyeleri arasındaki asıl sorun milli güvenlik
önceliklerini artık birlikte yönetemiyor olmaları. Öne çıkan iki
olgu, Rusya'nın Avrupa üzerindeki "revizyonist" baskısı ve Ortadoğu
kaynaklı göç dalgası.
Andrew A. Michta'nın dikkat çektiği üzere hem ABD ile Avrupa
arasında hem de Avrupa içinde güvenlik öncelikleri
farklılaşıyor.
Michta, The American Interest dergisindeki "NATO's Binary moment"
başlıklı yazısında Rusya'nın Norveç, Baltık Ülkeleri, Polonya ve
Romanya tarafından "her şeyi kuşatan bir tehdit" olarak görüldüğünü
belirtiyor. Bu ülkeler Rusya'nın giderek SSCB gibi bir tehdide
dönüştüğü görüşündeler.
Almanya ve Fransa ise Rusya'yı "kural temelli Avrupa düzenine" bir
tehdit olarak görüyorlarsa da abartmaktan yana değiller.
İtalya ile birlikte bu iki ülke Ortadoğu ve kuzey Afrika'dan gelen
göç dalgasını Avrupa düzeni için daha büyük tehdit olarak
algılıyorlar.
ABD'nin gündemi ise Çin'in gittikçe büyüyen meydan okumasına
odaklanmış durumda. Buna bir de Trump'ın içine AB, Kanada ve
Meksika'yı da dahil ettiği "ticaret savaşlarını" katabilirsiniz.
İklim ve İran nükleer anlaşması konularındaki ihtilafı da
unutmayalım. Son dönemde Rusya ile geliştirdiği stratejik ilişkiler
(Suriye'de işbirliği ve S-400lerin alınması gibi) sebebiyle Türkiye
de "NATO içi kriz" gündemine dahil oluyor.
Gidişat Rusya'nın NATO üyeleri karşısında elini güçlendirdiği bir
yöne evriliyor.
Putin'in stratejik adımları Avrupa'yı daha kırılgan hale getiriyor.
Tam bu noktada, Trump'ın Helsinki'de Putin ile 16 Temmuz'da
yapacağı zirve önem kazanıyor.
Trump'ın ABD'nin 2. Dünya Savaşı'nın bitiminden bugüne taşıdığı
küresel hegemonya sorumluluklarından ve masraflarından kurtulma
çabasının Putin ile hızlı bir anlaşmaya dönüşmesi Avrupalı
liderleri korkutuyor.
İki liderin Suriye ve İran konusunda uzlaşmaya varması Avrupa'nın
Rusya "tehdidi" algısını güçlendirecek.
Anlaşılan, NATO'nun krizi "önceliklerde ortaklaşma" sağlanmadan
sona eremez.
Türkiye de bu süreçte NATO içinde kendi güvenlik önceliklerini
ısrarla vurgulayacak bir ortam yakalıyor. Ve 24 Haziran
seçimlerinin getirdiği beş yıllık siyasi istikrar en çok da
belirsizliklerin arttığı dünya siyasetinde etkili olmamıza katkı
verecek.