İdlib'in kaderi için bütün gözler Tahran'daki üçlü zirveye
çevrilmişti.
Erdoğan, Putin ve Ruhani'nin "zorlu" müzakerelerinden sonra 12
maddelik bir sonuç bildirgesi yayımlandı. Zirvenin basına açık
yapılması da hayli ilginçti. Üç lider Suriye hakkındaki farklı
görüşlerini birbirlerinin pozisyonlarını dolaylı şekilde
değerlendiren cümlelerle açıkladılar. Bildiride ise Astana
formatının "başarısına" ve "üçlü eşgüdümün" devamına vurgu
yapıldı.
Metinde, Suriye'nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü, DEAŞ, Nusra
Cephesi ve El Kaide gibi terörist grupların tamamen ortadan
kaldırılmasında işbirliği, terörist gruplarla ateşkes rejimine
katılmış silahlı muhalif grupların ayrıştırılması, siyasi sürece
vurgu, Anayasa Komitesi'nin kurulması, insani yardım,
sığınmacıların geri dönüşü, mülteciler ve ülke içinde yerlerinden
edilmiş kişiler hakkında uluslararası konferans düzenlenmesi
konuları öne çıktı.
Zirvede İdlib krizini çözecek nihai bir formüle ulaşıldığını
söyleyemeyiz. Ancak sivil felaketle sonuçlanacak geniş bir
saldırının şimdilik durdurulduğu yorumunda bulunabiliriz.
Ateşkesin, silahların bırakılması çağrısının İdlib'de çatışma
olmadan çözüm bulma sürecine zaman tanıdığı ortada. Bu sonucun
alınmasında kuşkusuz Erdoğan'ın ısrarı etkili oldu. Putin ve
Ruhani'yi İdlib'de çatışmasızlığa süre tanımaya ikna etti.
Biliyoruz ki, Erdoğan'ın Tahran'a giderken amacı Rus-Esed
güçlerinin kapsamlı bir operasyon yapmasını engellemekti. İstediği
sonucu elde etti.
Ortak basın toplantısında Putin, Erdoğan'ın önerisiyle bütün
tarafları silah bırakmaya çağırdıklarını açıkladı. Böylece insani
felaket, yeni mülteci akını, Astana sürecinin çökmesi ve ılımlı
muhaliflerin radikalleşerek HTŞ'ye yaklaşması önlendi.
Muhalif grupların "teröristlerden" ayrıştırılması sağlandı.
Yine Ruhani'nin "ABD'yi Fırat'ın doğusundan çıkmaya zorlayalım"
mesajının Erdoğan'ın gündemine uygun olduğu da aşikâr. Ancak bu
ateşkes nihai değil. Anlaşılan, Türkiye, daha önceki zirvelerde
üstlendiği misyonu tamamlamak için yeni bir süre kazandı. Türkiye,
Rus-Esed güçlerine saldırıların yapıldığı kritik bölgelerin ılımlı
muhaliflerin kontrolüne geçmesini sağlamak gibi bir rolü
üstlendi.
Tahran'da ilan edilen "ateşkesi" koruyabilmek kolay olmayacak.
Öncelikle Erdoğan'ın bildirinin 3 ya da 4. maddesine eklenmesini
istediği "ateşkesin" kaynağı tartışmalı saldırılarla bozulmaması
lazım.
Ateşkesin, rejimin manipülasyonlarından ve radikal grupların
provokasyonlarından korunması gerekli. Bu da HTŞ ve diğer radikal
grupların, en azından, kritik bölgelerden çıkarılması gibi bir
zorunluluğa işaret ediyor.
Kritik soru şudur: Şimdiye kadar çatışmadan HTŞ'den ayrılmalar
olmasını temin eden Türkiye, yeni hedefine nasıl ulaşacak?
Rus- İran- Esed güçlerinin kapsamlı operasyon kararlılığını radikal
gruplara gösterip çekilmeye ikna edebilecek mi? Yoksa bir şekilde
ortak nokta operasyonlar mı yapılması gerekecek? Ve Rus -Esed
güçlerinin ateşkesi çeşitli bahanelerle bozması nasıl önlenebilir?
Bu soruların cevabını önümüzdeki günlerde, haftalarda
göreceğiz.
Zirve'nin "siyasi sürece" vurgusu da önemli. Ankara'nın hem
Washington ve hem Avrupa başkentleri ile görüşerek siyasi süreci
hızlandıracak bir diplomasi atağına girmesi yerinde olur. ABD'nin
yeni Suriye özel temsilcisi James Jeffrey buna uygun bir isim.
Jeffrey'in, ABD'nin İdlib'de sadece kimyasal silah kullanımına
değil diğer saldırılara da karşı olduğunu açıklaması yeni bir
yaklaşım. Yine AB ile sağlanan yakınlaşma üzerinden Suriye'nin
geleceğine dair diplomatik süreç hız kazanabilir.
Avrupa medyasının bu konuda Türkiye'nin "müttefikliğini" ve
Ankara'ya "destek verilmesi" gerektiğini hatırlaması olumlu bir
gelişme. Suriyeli mülteciler üzerine uluslararası konferans
toplanması konusundaki ortak seferberlik somut bir adım olabilir.
Tahran Zirvesi, Erdoğan'ın tabiriyle "küçük bir Suriye" olan
İdlib'de ateşkes sağlayarak siyasi süreç için yeni bir fırsat
üretti.