Türk siyasi hayatının, ataerkil kültür geleneğinin bir tür
kaderidir. Önce kuvvetli bir toplumsal dalga, bir değişim dışa
vurur, siyaseti, siyasetçiyi kuşatır. Toplumsal meşruiyetin en
hakiki, canlı olduğu anlardır bunlar. 1950, 1974, 2002 bu açıdan
ilk akla gelen tarihlerdir.
Ardından başka bir dönem başlar. Siyaset ve siyasetçi kuşatılmaktan
çıkıp, içinden doğduğu toplumu kendisiyle özdeş sanmaya başlar, bu
kez siyaset toplumu kuşatacaktır. Siyasetçi toplumu avucunun içine
alıp, hapseder. Toplumsal meşruiyetin mekanik, donuk ve cansız
olduğu bir evredir bu.
Bu evre sonunda her yerde, her kampta, iktidarda, muhalefette “tek
doğru hükümranlığı”nın filizlenmesiyle siyasette ve düşüncede ibre
sıfır noktasına yaklaşır.
Bugün kendisine liberal sıfatını uygun gören kesimde, keskin, tek
boyutlu, toplum körü bir tutumla aforozun, keskin inancın,
cemaatçilik ve tahakkümün, “etik değer ilan edilmesi”nde,
demokratlık ölçüsü sanılmasında olduğu gibi…
Bugün muhafazakar kesimde “itaat ile siyaset” ilişkisinin toplumsal
meşruiyet iddiası üzerinden mutlaklaşmasında olduğu gibi…