Türkiye'nin içinde olduğu aşama ile Kürt sorununun geldiği safha
dikkate alındığında ahlaken ve siyaseten uzak durulması gereken
temel bir husus var.
Bu husus, daha doğrusu hastalık, şiddeti “basit ve düz bir
nedensellik” içinde ele almaktır.
Şiddeti, her koşulda onu kullananların tercih ettiği değil, mecbur
kaldığı mutlak bir sonuç olarak görmek ve sorumluluğu her yönüyle,
her tarihsel anda dış nedenlere çıkarmaktır.
Bu tutum, şiddeti doğrulayan ve meşrulaştıran kapıları zorlar.
Oysa meşruiyet ve siyaset karşısında şiddet ana sorundur...
Nitekim hükümetten Kürt hareketine, soldan liberallere, “şiddette
ilişki” ya da “şiddete mesafe”, bugün Kürt meselesinin tanımı ve
seyri konusunda en temel kriterlerden birisidir.
Kabul etmek gerekir ki, bugün alevlenen çatışmaya, yeni kalkışma
dalgasına rağmen, “kart kurt seslerinden” Kürt'ün, Kürtçenin, Kürt
kimliğinin varlığının kabulü ve sindirilmesine giden yolda epey
ilerledik.
Son yıllarda yaptığı reformlarla Kürt sorunu açısından temsil ve
örgütlenme imkânları oluşturan, siyaset ve özgürlük zeminini önemli
ölçüde pekiştiren bir ülkede yaşıyoruz...
Bu durumda, Kürt sorununun çözümü istikametinde, devlet alanının
demokratikleşmesi, Türklerin bu sorunu sindirmesi kadar, Kürt
siyasi alanının da çoğullaşması, Kürtlerin de ilkeci bir tutumla
demokratik siyasete yönelmelerinin hayati olduğunu görmemek mümkün
olabilir mi?
Hükümetin sorumlulukları tartışılsın ve eleştirilsin…
Açık toplumun, toplumsal talep ifadesinin, demokratik itirazın
olmazsa olmazıdır bunlar.
Ama bunu, bir açıklama şeması, her şeyi belirleyen tek faktör,
“kestirme yol” haline getirmenin bir anlamı yok.