Demokratik toplumların kimi varoluşsal önkoşulları vardır.
Siyasi alanın devlet karşısında, toplumsal alanın siyaset
karşısında, düşüncenin ise her üçü karşısında özerk olması
demokratik bir toplumun olmazsa olmazları arasındadır.
Siyasi tarihimiz bir yönüyle siyasi alanın darlığının tarihinin
öyküsüdür...
Cumhuriyet geleneğinde siyaset hemen her zaman devlet gücünün
bağımlı değişkeni olmuş, devlet alanına hapsolmuştur.
Bu durumun türevleri de vardır.
Siyaset nasıl devlet karşısında özerk olamamışsa, toplum ya da
sivil saha da siyaset karşısında özerk olamamıştır.
Benzer bir şekilde, ''düşünce›› de mutlak faydacı bir beklentiyle
siyasetin lojistik unsuru olmaya indirgenmiş, böyle tanımlanmış,
böyle algılanmıştır.
Bu ''sistematik mahpusluk sistemi'' şüphe yok ki, hakim siyasi
kültürün bir sonucudur. Bir tür ‹›toplum tasavvuru eksikliği''nin,
''soyut alerjisi''nin ve ''kuvvetli faydacılık hali''nin
yansımasıdır.
Devlet ve devlete ait olanın zirveyi süslediği, onu siyasetin takip
ettiği, toplumsal, düşünsel ve bireysel olanın en arkada, en
edilgin konumda yer bulduğu, aşağıdan yukarıya bir değer sistemi
hiyerarşisidir karşımızda duran...
Devletin herkesten ve her şeyden önde, belirleyici ''üstün değer''
olması, siyasetin katılımı, talep-karar etkileşimini dışlayan bir
tek yönlü eyleme, ''devleti yönetme, denetleme ve hizmet eylemine''
indirgenmesi, toplumun tek ve doğal kabul edilen bir değer
sistemiyle statik olarak ele alınması bu hiyerarşinin kurucu
ögeleridir.
Tüm bunlar, bize, bizi aslında bir tür “doğal ve süreklilik
içindeki bir otoriterlik” tanımına götürür.
Kurumları, aktörleri, devleti, siyasi partileriyle tüm bir siyasi
sahayı kuşatır.