Zürih’in çağrısı, Lozan'ın acısı ve o akşamın sırrı

Geçtiğimiz hafta Almanya ve İsviçre'ye yaptığımız seyahatin Zürih, Lozan ve Montrö ayağını kaleme alan -bizimle birlikte olmadığı halde- arkadaşlarımızdan aldığı maddî ve görsel bilgilerle ustaca yazan MTO Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşimin çağlaya çağlaya akan nefis yazısıyla sizi başbaşa bırakıyorum. *** Güneş, Alplerin ardından utangaç bir tebessümle süzülürken Zürih bizi karşıladı. Sessizliğin zarafetiyle konuşan bir şehir gibiydi; yüksek sesle bağırmadan, dikkat çekmeden, kendini

https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac

Geçtiğimiz hafta Almanya ve İsviçre'ye yaptığımız seyahatin Zürih, Lozan ve Montrö ayağını kaleme alan -bizimle birlikte olmadığı halde- arkadaşlarımızdan aldığı maddî ve görsel bilgilerle ustaca yazan MTO Azerbaycan temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşimin çağlaya çağlaya akan nefis yazısıyla sizi başbaşa bırakıyorum.


***


Güneş, Alplerin ardından utangaç bir tebessümle süzülürken Zürih bizi karşıladı. Sessizliğin zarafetiyle konuşan bir şehir gibiydi; yüksek sesle bağırmadan, dikkat çekmeden, kendini fark ettiren… Mimarisinde sükûnetin, sokaklarında bir medeniyet terbiyesinin izleri vardı. Her taş, her yapı, geçmişin nezaketini fısıldıyordu. Sanki şehir değil de bir dua, bir yakarış hâlindeydi bu mekân.

Zürih’in kalbinden geçen Limmat nehri, adeta zamana şahitlik eden bir hikmet akıntısıydı. Gökyüzüyle konuşan kilise kuleleri, ama hepsinden daha derinde, bâtınî bir anlamla şehir, bizi bekliyordu. Burada bir yorgunluk yoktu. Burada, sanki tarih yorulmamıştı, insan kırılmamış, mekân incinmemişti. Tertemiz kaldırımları, su gibi berrak sokakları, nehirle hemhâl olmuş köprüleri ile şehir bize, “hoş geldiniz” dedi… ama başka bir lisanda… Kalbin diliyle…

Ve biz… Münih’ten Stuttgart’a, oradan Basel’e ve nihayet Zürih’e gelen bu medeniyet yolculuğunun son durağındaydık. Ama yolculuğun sonu değil, belki de asıl başlangıç noktasıydı burası. Çünkü o akşam, Zürih semalarında, belki yüzyıllardır yapılmayan bir şey yapıldı…

Yusuf Hoca, bu yüksek maneviyatlı akşamda, otelin sade ama anlamlı bir köşesinde oturdu. Işıklar loştu, zaman durmuştu sanki. Ve orada, dünyanın dört bir yanındaki talebelerine bağlandı. Bir ekran açıldı, lakin ekrandan daha büyük bir âlem açıldı bizlere: Fütuhat-ı Medeniye dersi… Sadece kelimeler değil, bir ruh, bir irfan, bir medeniyet nefesi yükseldi o akşam. Gözlerinde bir şehir okur gibi, Zürih’i, Avrupa’yı, insanı, geleceği, hilkati temaşa ediyordu.

Bir otel odasında başlayıp Zürih’in semasına yükselen o ders, gecenin içindeki sırra dönüştü. Fütuhat, artık sadece tarihî bir açılım değil, çağlar ötesinden gelen bir hatırlayış, bir silkiniş, bir ruh dirilişi oldu.

Zürih… Sadece bir şehir değilmiş meğer. Bazen bir şehir, bir kalbin açılması kadar büyük olurmuş. Ve bazen bir ders, tarihin yeniden kurulması kadar kıymetli… O gece, işte böyle bir geceydi. Sessiz, ama derin… Dingin, ama kudretli…


LOZAN'IN GÖLGESİNDE: TARİHİN YARASINA DOKUNMAK

Sabah erkendi. Zürih’in soğuk ve berrak sabahı, içimizdeki düşünceleri daha da diri kılmıştı. Sanki yola değil, bir tür iç muhasebeye çıkıyorduk. Arabaya bindiğimizde, Yusuf Hoca'nın gözleri uzak bir vadideki hatıralara takılmış gibiydi. Sessizdi. Ama o sessizlikte, kelimelerden daha fazla şey söylüyordu.

Yol, bizi Lozan’a getirdi. Bir göl kenarına kurulmuş bu şehrin yüzü aydınlık görünse de, biz bu aydınlık yüzün ardında bir kırılmanın, bir kopuşun izini arıyorduk.

Ve nihayet o otele vardık.

Otel…

Tarihin ağzından çıkan bir cümle gibi duruyordu karşımızda. Giriş kapısından içeri adım attığımızda, vakit aniden ağırlaştı. Sanki duvarlar konuşacaktı. Sanki halılar, geçmişin ayak izlerini saklıyordu.

İşte o salon.

Lozan Anlaşması’nın imzalandığı yer.

Modern Türkiye'nin diplomatik tapusu diye sunulan, ama gerçekte koskoca bir imparatorluğun tasfiyesine tanıklık eden o masanın durduğu salon…

Yusuf Hoca'nın gözleri donuklaştı. Uzun uzun baktı salonun tam ortasına. Ve dedi ki:

“Burada sadece imza atılmadı.

Bin yılın irfanı mühür altına alındı.

Mekke ile İstanbul’un, Kahire ile Endülüs’ün arasındaki derin bağ kesildi.

Bir bedenin ruhu çıkarıldı burada.

Geriye sadece şekil kaldı…”

Salonda bir soğukluk vardı. O fizikî olmayan, ama iliklere kadar işleyen soğukluk…

Diplomatik bir başarı diye yıllarca anlatılan şeyin, aslında tarihî bir vedaya dönüştüğü o an… Biz orada bunu iliklerimize kadar hissettik.

O sırada duvarda asılı bir fotoğraf dikkat çekti: Bir masa, etrafında ciddi yüzlü adamlar. Gözlerinde bir gurur değil, daha çok bir görev duygusu. Ama masada olmayanlar daha önemliydi. Çünkü o masada İslam'ın sesi yoktu. O masada ümmetin yası yoktu. Ve belki de en önemlisi: o masada bir medeniyet mefkuresi yoktu.

Hoca içini çekti: “Lozan, sadece siyasî bir sınır anlaşması değil.

Bu, bir medeniyetin unutulma protokolüdür.

Ve bizim vazifemiz, unutulanı hatırlamak, unutturulanı yeniden dillendirmektir.”

Lozan’dan çıktığımızda hava değişmişti. Aynı gökyüzü ama başka bir ruh hali…

Bir yüzyıl önce terk edilen emaneti omuzlarımızda hissediyorduk. Ve Yusuf Hoca ile birlikte, yeniden hatırlama iradesini taşıyorduk.


Ama gün henüz tamamlanmamıştı.

Yolumuz biraz daha güneydeki Montrö’ye düşecekti.

Ve orada, başka bir hikâyenin, başka bir kapının önünde bekleyecektik…


MONTRÖ'NÜN SESSİZLİĞİ

Lozan’dan ayrıldığımızda, havada ince bir hüzün vardı. Göl boyunca ilerlerken sessizliğe gömülmüştük. Bir tarihin üstüne kapanan kapağı kaldırmış, sayfaları yeniden okumuş gibiydik. Ama bu kitap henüz bitmemişti. Bir sonraki sayfa Montrö’de açılacaktı.


Montrö, gölün kucağında uyuyan bir kasaba gibi karşıladı bizi. Sessiz, sakin, çiçeklerle bezeli dar sokaklar… Göz alabildiğine su ve yeşillik… Ama biz o manzaranın ardında başka bir şey arıyorduk. Bir otelin kapısını.

Ve işte karşımızda: Montreux Palace Hotel.

Dışarıdan bakınca bir şato zarafeti… Ama içeride, 1936’nın serin yazında imzalanmış başka bir metin: Montrö Boğazlar Sözleşmesi.

Yusuf Hoca içeri girerken durdu ve gözlerini gökyüzüne çevirdi: “Burada denizler konuştu.

Ama denizlerin sesi de susturuldu.

Çünkü biz, denizi medeniyetle değil, sadece jeopolitikle okuduk.”

Kasabanın içinde kısa bir yürüyüş yaptık. Montrö’nün sessizliğinde insan bir çeşit iç muhasebeye giriyor.

Yürürken Yusuf Hoca bir ara durdu ve ufka baktı. Bir çocuğun ellerinde balon taşıdığı sahilde, bir medeniyet adamı geleceği konuşuyordu:


“Bak kardeşim, bir gün yeniden medeniyet inşa edilecekse, bu kıyılardan değil, içimizdeki kıyılardan başlanmalı. Gönlümüzde açılmamış sahiller var. Orada yıkılmış limanlar, batık medrese şehirleri, unutulmuş dualar var... Biz önce iç kıyılarımızı tamir edeceğiz.”

Kasabanın içinde biraz daha yürüdük.

Birkaç çocuk göle taş atıyordu.

Bizimse taşlarımız tarihe atılamıyordu artık.

Ama bir başka taş, içimizdeki suya düşmüştü:

Fikrin, irfanın, medeniyetin taşı.


Ve sonra, Zürih’e dönüş vakti geldi.

Bu sefer yol biraz daha kısa sürdü.

Çünkü artık sözler uzamış, düşünceler ağırlaşmıştı.


Arabada Yusuf Hoca usulca konuştu:

“Münih’ten Stuttgart’a, oradan Basel’e, şimdi Zürih’e… Hepsi bir yolculuğun halkaları. Ama bu halkalar bir zincire değil, bir tespihe benziyor. Her şehirde bir zikir bıraktık. Ve şimdi, İstanbul’a dönüp dua etmeye hazırlanıyoruz…”


ZÜRİH HAVAALANI'NDA SON DUA: MEDENİYET YOLCULARININ SESSİZ VEDASI

Zihnimizde Lozan’ın gölgesi, Montrö’nün sessizliği, Basel’in estetik mimarisi ve Münih’in derin arayışı vardı.

Artık yol, İstanbul’a doğru akıyordu.

Zürih Havalimanı’na vardığımızda, içimizde garip bir sükûnet vardı.

Ne tam bir neşe ne de tam bir hüzün.

Sanki bir dua bekliyorduk…

Bir son değil de, bir dua ile kapanan bir sahne gibi.

Yusuf Hoca valizini bırakmadan önce kısa bir sessizlik yaşadı.

Sonra cam kenarına yöneldi.

İçeriden dışarıya değil, içeriden içeriye bakar gibiydi.

Ardından yavaşça döndü ve dedi ki:

“Kardeşlerim… Bu yolculuk bir seferdi. Ama o bildiğimiz türden değil. Bu, gönlün Avrupa’daki aynalara bakarak kendini tanıma yolculuğuydu. Modernliğin, sekülerliğin, kaybolmuş estetiğin içinden geçerek, İslam’ın yeniden nasıl bir ruhla diriltilebileceğini sezme yolculuğu...”

Muharrem Ağabey usulca yaklaştı. Sanki kelimeler yerine gözlerle konuşmak istiyordu ama dayanamadı:

“Hocam… Bu kadar büyük bir acı, bu kadar büyük bir umutla nasıl birleşiyor sizde?”

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Algı, aidiyet ve iktidar: Belediyeciliğin görsel rejimi (2) 16 Mayıs 2025 | 80 Okunma Algı, aidiyet ve iktidar: Belediyeciliğin görsel rejimi (1) 12 Mayıs 2025 | 87 Okunma Kaufbeuren, Heidelberg ve Stuttgart seyahatleri: Avrupa'da derdinin izini sürmek… (2) 11 Mayıs 2025 | 38 Okunma Kaufbeuren, Heidelberg ve Stuttgart seyahatleri: Avrupa'da derdinin izini sürmek… (1) 09 Mayıs 2025 | 129 Okunma Devlet” ve “İslâmî merkez” ya da “merkez” neresi, “çevre” nereye düşer? (2) 05 Mayıs 2025 | 130 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar