Kadîm Mısır medeniyetinin izini sürerken… (2)

Beytullah Yıldız kardeşimin Aşk-ı Turkuaz organizasyonuyla Mısır'a yaptığımız, 9 gün süren, MTO Azerbaycan temsilcisi Vuqar Azizov kardeşimin bizden aldığı seyahatimizin akışına dair somut bilgilere dayanarak kaleme aldığı seyahatin ilk gününün ikinci bölümünü yayınlıyorum bugün. Vuqar, ustalaştı; olgun, sakin ve çağlaya çağlaya akan bir ırmak gibi yazıyor maşallah. MISIR: KADÎM HİKMET'İN SESSİZLİĞİ Mısır, yalnızca bir coğrafya değil; zamanın sinesine gömülmüş, ilmin, hikmetin ve maneviyatın kadim

https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac

Beytullah Yıldız kardeşimin Aşk-ı Turkuaz organizasyonuyla Mısır'a yaptığımız, 9 gün süren, MTO Azerbaycan temsilcisi Vuqar Azizov kardeşimin bizden aldığı seyahatimizin akışına dair somut bilgilere dayanarak kaleme aldığı seyahatin ilk gününün ikinci bölümünü yayınlıyorum bugün. Vuqar, ustalaştı; olgun, sakin ve çağlaya çağlaya akan bir ırmak gibi yazıyor maşallah.


MISIR: KADÎM HİKMET'İN SESSİZLİĞİ

Mısır, yalnızca bir coğrafya değil; zamanın sinesine gömülmüş, ilmin, hikmetin ve maneviyatın kadim bir yurdudur. Nil’in usulca akan suları, Hz. Musa'nın duasını, Yusuf’un sabrını, İbrahim’in ayak izlerini taşır. Her adım, bir peygamberin sessiz tefekkürünü yankılar sanki. Firavunların kibriyle sınanmış bu topraklar, sabırla ve hikmetle yoğrulmuş bir hakikat yolculuğunun da tanığıdır.

Kahire’nin kalbinde yükselen El-Ezher, İslâm ilminin binyıllık çınarı olarak hâlâ hikmet fısıldar kulaklara. İskenderiye, bir zamanlar dünyanın aklıydı; felsefeyle yoğrulmuş, kelamla süslenmiş bir entelektüel mirasın taşıyıcısı… Ve çölün bağrında yükselen piramitler –ne sadece taş ne de sadece mühendislik– insana "ebediyet" fikrini mırıldayan suskun abidelerdir.

Yoksa başka bir şey mi söylüyor? Bunu yolculuk esnasında bileceğiz. Belki de bulacağız... Bir sır gibi…

Mısır, modern zamanların gürültüsü arasında hâlâ "öz"ü hatırlamak isteyenler için bir aynadır. Bu ayna, geçmişin ihtişamını değil, geleceğin istikametini gösterir. Çünkü Mısır, hakikatin ayak izlerini arayanlar için yalnızca bir menzil değil, bir menşe, bir başlangıçtır.


HURGADA: KIZILDENİZ'İN SESSİZ TANIĞI

Hurgada… Bugün çoğu kişinin zihninde bir tatil beldesi, güneş ve denizle özdeşleşmiş bir şehir. Oysa yüzeyin altında –tıpkı Kızıldeniz’in derinlikleri gibi– çok daha fazlası gizli. Bu kıyılar, sadece turist teknelerinin değil, tarihin ve tefekkürün gemilerine de ev sahipliği yapmıştır.

Kızıldeniz’in bu sahilinde, Hz. Musa’nın asâsını kaldırdığı zaman yankılanan o ilâhî titreşim hâlâ duyulur sanki. Hurgada, o büyük geçişin, Firavun saltanatının çöküşüne tanıklık eden suyun hemen yanı başındadır. Her dalga, o kadim mucizeyi hatırlatır: Tüm imkânsızlıkların ortasında açılan Rahmet Kapısı’nı…

Bu deniz, sadece bir tabiat harikası değil; inancın ve teslimiyetin sembolüdür. Hz. Musa’nın ümmetiyle yürüdüğü o “açılan yol”, burada hâlâ manevî bir iz olarak sürmektedir. Burası, Firavun’un boğulduğu ama hakikatin yükseldiği yerdir. Bu yüzden Hurgada, her ziyaretçiye gizli bir fısıltıyla seslenir:

“Kalbine sor, sen kimin ordusundasın? Musa’nın mı, Firavun’un mu?”

Hurgada’nın toprağı yeni şehir gibi görünse de o toprak binlerce yılın hikmetini taşır. Buradaki kumlar, sadece rüzgârla değil, tarihle savrulmuştur.

Bu şehir, bir sahil şehri olmanın ötesinde, kadim bir kıtanın hudududur: Afrika’nın doğusunda, medeniyetin beşiğinde bir sessiz nöbetçidir.

Deniz, burada sadece serinletmez. Arındırır. Sadece yüzdürmez, düşündürür. Belki de bu yüzden, ilk günden denize açılmak sadece bir aktivite değil, içsel bir başlangıçtı. Çünkü Hurgada, derinliği denizle değil, hatıralarıyla ölçülen bir şehirdir.

Deniz içinde dalgalanırken, gözleri denizin derinliklerie dalarak derin teşekküre gömülen Yusuf Kaplan hoca, Muharrem ağabeyle ve MTO Avrupa yönetim ekibimizden Harun Döner ve oğlu Yusuf Selim'le sohbet ediyorlardı. Ne konuşuyorlar? Denizle mi? Kendi kendileriyle mi? Onları kenardan izleyen, MTO Avrupa yönetim ekibimizden Almanya'dan İsmail Özer kardeş rüzgâr eşliğinde bu muhabbete dahil oldu.

İsmail’in bakışları uzaklara daldı. Ufuk çizgisi, zamanın ve mekânın eridiği bir yer gibiydi. Hugarda’nın kıyılarından uzaklaşırken, sanki iç dünyalarında bir kıyıya yanaşıyorlardı.

Muharrem ağabey konuşmaya başladı dalgaların derinliğinden gelen bir sesle:

“Biz bu denizde sadece yol almayız, değil mi hocam?.. Biz bu denizde arınırız. Yusuf hocamın dediği gibi, içimizi sileriz tuzlu sularla, rüzgârla. Kalbin aynası parlar burada, çünkü şehirlerin gürültüsü değil, ilhamın sükûneti var burada.”


KIYIYA DEĞİL, KALBE VURAN DALGA…

Tam o sırada geminin arkasında, ellerinde defterleriyle iki genç yaklaştı. Biri Mısır'dan, diğeri Endülüs'ten gelen yolculardı. Yusuf Hoca, onları da halkaya kattı.

“Bakın,” dedi. “Bu muhabbet, sınır tanımaz. Mekke’den Mısır’a, Berlin’den Buhara’ya… Ruh aynıysa, muhabbet de birdir. Ve biz bu halkayı, iç içe geçmiş halkalar gibi büyüteceğiz. Her biriniz, bir başka hikâyenin kalbini taşıyorsunuz.”

Deniz, o an sanki onlara eşlik etti. Dalga kıyıya değil, kalbe vurdu. Rüzgâr, defterlerin sayfalarını çevirdi. Ve kelimeler birer dua gibi havada asılı kaldı.

Tam bu sırada Harun kardeş, gözlerini yumdu ve şöyle dedi:

“Bu gemi, sadece bir vasıta değil. Bu gemi, içimizdeki tufanın dindiği bir Nuh’un Gemisi… Kim bu halkaya girerse hem kendini bulur hem yoldaşlarını.”

Gecenin yıldızları, denizle fısıldaşırken, güvertede yankılanan sesler artık sadece kelime değil, anlam arayışının kendisiydi. Rüzgâr, sanki sözün taşıyıcısıydı, taşıdığı her cümle bir başka kalpte yankı buluyordu.

O esnada, ağır adımlarla Beytullah Bey yaklaştı. Ellerinde deniz tuzuna bulanmış bir defter, gözlerinde çok şehir görmüş bir yorgunluk ama içinde hiç solmamış bir idealin ateşi…

Yusuf Hoca onu görünce yer açtı, kalbinin merkezinden, halkadaki yerini:

“Beytullah Bey, seferin rehberi… Bu yolun ne olduğunu bilmeyen nice yolcunun, rotasını fıtratla hizaya getiren kaptan... Buyur kardeş.”

Beytullah Bey oturdu. Bir an sustu. Denize baktı. Sonra konuştu:

“Medeniyet… Bu sadece şehir kurmak değil. Bu bir bakış kurmaktır. Bir nazar inşa etmektir. Kudüs'ten İstanbul'a, Buhara’dan Endülüs’e uzanan o nazarı..."

Muharrem ağabey devam etti:

"Ben bu fikri ilk Münih’te duydum içimde. Bir Türk çay ocağında, bir gencin gözlerinde. Sonra Stuttgart’ta kalbimle tattım; bir cami avlusunda çınlayan sessizlikte. Basel’de bir kitapçıda, Zürih’te bir anne duasında… Her yerde aynı hasret vardı: Kendimize, kökümüze, kaynağımıza… Ve bu halkada, bu denizde, işte şimdi, o hasret ete kemiğe bürünüyor.”

Yusuf Hoca, başını hafifçe salladı. Ellerini kalbinin üzerine götürdü:

“Biz medeniyet dediğimizde, sadece geçmişin ihtişamına bakmıyoruz. Geçmişin hikmetini bugünün yüreğinde diriltmekten söz ediyoruz. Şehir dediğimiz şey, taştan değil, insandan inşa edilir. Ve insan, anlamla yoğrulmamışsa, hangi kubbeyi dikersen dik, altında sükûn bulamazsın.”

İsmail, defterine hızlı notlar alıyordu. Muharrem ağabey gözlerini denize değil artık Yusuf Hoca’ya dikmişti. Gençler usulca yaklaşıyor, halkayı büyütüyordu.

Yusuf Hoca gülümsedi:

“Ve biz bu tohumu, hikmetle sulayacağız. Her bir şehirde yankısını bulacağız: Münih'te bir fikirle, Zürih’te bir yürüyüşle, Basel’de bir çocuk gözyaşıyla... Ve Hugarda’da, bu deniz üstü gemide, bir dua halkasıyla.”

O gece, medeniyet yeniden konuştu. Denizin diliyle, kalbin sesiyle, kelamın derinliğiyle…

Ve gece yavaşça indi. Hugarda’nın yıldızlı göğü altında, gemide bir muhabbet halkası aldı yürüdü, halka büyüdükçe büyüdü: kelimelerle, hikmetle, şiirle…

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Ekonomik refahın sosyal patolojileri: Yalnızlık, depresyon ve intihar 23 Mayıs 2025 | 117 Okunma Zürih, Basel, Lozan ve Montrö seyahatleri… (2) 19 Mayıs 2025 | 98 Okunma Zürih, Basel, Lozan ve Montrö seyahatleri… (1) 18 Mayıs 2025 | 58 Okunma Algı, aidiyet ve iktidar: Belediyeciliğin görsel rejimi (2) 16 Mayıs 2025 | 93 Okunma Algı, aidiyet ve iktidar: Belediyeciliğin görsel rejimi (1) 12 Mayıs 2025 | 92 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar