Papa ölür, Papa seçilir, 2 milyar Müslüman ne yapar?
Bir milyarı aşkın nüfusa sahip Katolik Dünyasının ruhani lideri Papa Fransiskus’un geçtiğimiz pazartesi sabahı 88 yaşında hayatını kaybetmesi gözleri ister istemez “ruhani liderlik” veya dünya ölçeğindeki bir “dini liderlik” makamının işlevselliğine çevirdi. İtalya’nın başkenti Roma içinde küçük bir semt kadar yer tutan Vatikan bağımsız bir devlet kabul ediliyor ve Papalık sayesinde 1 milyarın üstünde bir dünya nüfusu üzerinde çok derin bir nüfuza sahip. Tabii İtalya’nın payına bu nüfuzdan neler
Bir milyarı aşkın nüfusa sahip Katolik Dünyasının ruhani lideri Papa Fransiskus’un geçtiğimiz pazartesi sabahı 88 yaşında hayatını kaybetmesi gözleri ister istemez “ruhani liderlik” veya dünya ölçeğindeki bir “dini liderlik” makamının işlevselliğine çevirdi. İtalya’nın başkenti Roma içinde küçük bir semt kadar yer tutan Vatikan bağımsız bir devlet kabul ediliyor ve Papalık sayesinde 1 milyarın üstünde bir dünya nüfusu üzerinde çok derin bir nüfuza sahip. Tabii İtalya’nın payına bu nüfuzdan neler düştüğünü de ayrıca düşünebilirsiniz. Papa’nın ölümüyle birlikte bu dünya için bir boş makam dönemi (sede vacante) ortaya çıkıyor ve bu durum Katolik âlemi için bir geçici dönemdir.
Seçim yapılıp yeni bir Papa seçilinceye kadar anormal bir durum söz konusudur, hayat bu âlem için adeta durmuş sayılır, dünyada olup bitenlere karşı tepki verecek, onları algılayıp idare edecek bir beden varsa da bu bedenin başı olmadığı için birçok şey askıya alınmıştır. Ama askıya alınma yine de oradan tekrar indirilmek üzere geçici bir durumdur. Ama askıya alma hali başa gelmiş bir durum olsa da bir kesinti, bir felç halidir. O yüzden seçim son derece ciddi bir prosedürle tamamlanıncaya kadar nefesler tutulur, herkeste yeni liderin kim olacağından sonra bir liderin seçilmesine dair bir beklenti daha güçlü bir hale gelir. Katolik dünyasının her tarafından seçimden sorumlu olmak üzere kardinaller Roma’da seçimi yapmak üzere çağrılır ve onların bu seçimleri Konklav denilen bir süreçle yapılır. Konklav anahtarla kilitlenmiş anlamına gelen bir terim ki seçime girecek olanların Vatikan’daki Sistine Şapeli’ne seçici kardinallerin anahtarla kilitlenmesini ifade ediyor. Bu kilitlenme dışarıdan bir etkiye kapalı olmak ve seçimi yapmadan da buradan ayrılmamayı gerektiren bir tedbir. Seçim günlerce, haftalarca, hatta tarihte çok istisnai olmuşsa da aylarca sürebilir. Ama esas olan seçimin yapılmadan anahtarın açılmamasıdır.
(Yeri gelmişken hatırlayalım, Hulefa-i Raşidin’in her biri farklı bir yolla seçilmiştir, ama 3. Halifenin seçimi için Hz. Ömer’in 7 kişilik bir kurulu benzer bir yolla seçmek üzere görevlendirdiği malumdur.)
Bize ne bundan demeyelim, neticede dünyadaki her 8 kişiden birinin bağlı olduğu bir din-mezheptir Katoliklik ve asırlardır kesintisiz bir baş tarafından temsil ediliyor olmaları dolayısıyla bugünün dünyasının şekillenmesinde merkezi bir role sahip. Temsil ediliyor olmaları aslında işin doğal sonucu, bir başa sahip olmak bu dünyanın organize olması, bir siyasal beden oluşturabiliyor olmasını ifade ediyor. Bir etkinliğiniz olacaksa dünyada ancak bu organizasyon performansıyla olacaktır, başka bir yolu yoktur. Giden Papa gibi gelecek olan Papa da Katolik dünyası açısından çok önemli siyasi gündemlere sahip olacaktır. Katolik ideallerinin gerçekleşmesi için bu merkezden kendisine tabi olan bütün devletlere, kiliselere, cemaatlere, organlara siyaset üretmeye devam edecektir.
Bunun biz Müslümanlar için ne kadar önemli olduğunu yüz yıldır yaşadığımız her olayda büyük hayıflanmalarla, acılarla hatırlayarak öğreniyoruz. En son iki milyar Müslüman nüfusuna rağmen Gazze’de Siyonist İsrail’in fütursuzca gerçekleştirdiği soykırım, bu iki milyarın tamamının varlığına bir hakaret değil de nedir? İsrail saldırıları karşısında sanki meselenin özüne çok yabancıymış gibi “iki milyar Müslüman nerede?” diye bağırıp çağırmanın hiçbir anlamı yok. Bu hakareti algılayan bütün Müslümanlar dünyada büyük bir öfke, bir hınç büyütüyorlar içlerinde ama bir siyasal bedenden yoksun olmaları bu öfkeyi etkili bir tepkiye, bir mücadeleye dönüştürmelerini engelliyor. Sayıyla övünecek durumda değiliz, bu başsızlık durumunda Müslümanların sayısı 2 milyar değil de 10 milyar olsa durum farklı olmazdı.
Bugün sadece Katolik Dünyası değil, Protestan Dünyası da, Ortodoks Dünyası da Hindu ve Budist Dünya da Yahudi Dünyası da hatta Amerika’daki 13-14 milyonluk bir cemaate sahip Mormonlar bile bir siyasal bedene sahip. Dünya ölçeğinde bu bedenlerini büyütecek, onu dünya dini haline getirecek, dünyadaki varlıklarını koruyup temsil edecek bir siyaset takip ediyorlar. Bu sahnede bir tek Müslümanların bir temsili yok. Yaşanan bunca zulmün, bunca acının, Müslümanların bir temsili olmamasının bir sonucu olduğunu aslında bilmeyen yok.
Geçtiğimiz günlerde katil Netanyahu “Ne kuzeyde ne de güneyde İslami bir halifelik kurulmasına izin vermeyeceğiz” diye bir laf edivermiş. Bunu aslında biliyoruz. Müslümanların bir liderliğinin olmaması, liderlikten mahrum bırakılması Müslümanları bilhassa Siyonist proje adına zapturatp altında tutma siyasetinin en önemli parçası. Müslümanları başsız-halifesiz bırakmak Müslümanları emperyalist sömürme ve tahakküm altında tutma siyasetinin bir sonucudur.
Müslümanların bir başı olsa bu yaptıklarını yapamayacağını, vatanlarını bu kadar fütursuzca işgal edemeyeceğini bugünlerde Netanyahu’dan daha iyi bilecek kimse yok. Aslında bu sözüyle son zamanlarda bilhassa Suriye ve Türkiye siyasetinin Müslümanları temsil noktasında harekete geçiyor olduğunu kastediyor. Suriye’deki yönetimin kendisine dost olmadığını, kendi iradesine sahip bir yönetim olduğunu çok iyi görüyor ve ona karşı tedbir almaktan bahsediyor. Gerçek anlamda İslam’ı temsil eden hiç kimse ve hiçbir ülkeyi düşmandan başka bir şey olarak görmediği gibi İslam dünyasında herhangi bir olumlu gelişmeyi de kendisi için bir tehlike olarak algılaması kaçınılmaz oluyor.
2 milyar insan neresinden bakarsanız dünyada büyük bir güç potansiyelidir. Bu potansiyele bir şekilde yapışan herkese bir fayda, bir koruma, bir güç katabilecek bir potansiyel. Bu potansiyeli bir defada tasfiye edip ardından bunu da büyük bir devrim gibi kutlayan bir anlayışı hala kimse sorgulayabilmiş değildir. Bir insan kendi kendine verdiği bir zarardan dolayı bayram eder mi? Kendi gücüne, başına, gözüne, kulağına, koluna ayağına kendi eliyle veda ettiği için sevinen olur mu?
Bu tam da öyle bir şey? Bizim başımızın kesilmesine bizden olanın sevinme ihtimali var mı?
Biz akıllıyız da koskoca Katolik, Protestan, Ortodoks, Budist, Hindu ve Yahudi dünyaları bizim kadar akıllı değiller mi? Onlar neden kendi manevi varlıklarını tasfiye etmeyi akıl etmediler? Hiç düşündük mü? Düşünmeye hazır mıyız?