Tanburun kalbİ

Maalesef kökleri yüzlerce yıl öncesine uzanan mûsikî çınarımızın son yaprakları da birer birer dökülüyor. Tanbûrî Cemil Bey ekolünün son temsilcisi olarak vasıflandırabileceğimiz...

Maalesef kökleri yüzlerce yıl öncesine uzanan mûsikî çınarımızın son yaprakları da birer birer dökülüyor. Tanbûrî Cemil Bey ekolünün son temsilcisi olarak vasıflandırabileceğimiz tanbur üstâdı Necded Yaşar’ı kaybettik. Necded Yaşar hocamızın kaybıyla, Osmanlı’nın son tanburu sustu.

Necded Yaşar, hayatta iken; “Şahsen ben tabii ki Tanbûrî Cemil Bey pîrimizi esas alarak, Mesud Cemil hocamızı esas alarak, diğer tanbûrîlerin de ortaya koyduğu şeylerden istifâde etmeye çalışarak dağarcığımı doldurmaya çalıştım” sözleriyle, tanbur icrâsında ve sâzendeliğinde yürüdüğü yolu anlatmıştır. Bu silsileyi tâkib eden Necded Yaşar, tanbur sazının sınırlarını zorlayan, tanburu çalmaya başladığında bu saza âdeta hayat veren bir “son nesil sâzende” idi.

Necded Yaşar da, yaşadığımız çağın bir başka üstâdı, bestekâr ve hânende Alâeddin Yavaşca gibi, Gaziantepli. Gerçi Yavaşca’nın doğduğu ilçe olan Kilis artık il oldu ama netîce itibarıyle bu iki büyük üstad, eğitim için Gaziantep’ten kalkıp İstanbul’a gelirler ve bu şehirde, Osmanlı mûsikî geleneğinin son şahsiyetlerine yetişip, onların rahle_i tedrisinden geçerek, geçmişle bugünü birbirine bağlayan birer “medeniyet şahsiyeti” olurlar. Mûsikî gibi, bir insanı kanatlandırıp uçuruveren bir değere tutunmak, hem Necded Yaşar’ı ve hem de Alâeddin Yavaşca’yı Osmanlı kültürünün son temsilcileri hâline getirmiştir. Mûsikî böyle bir şeydir… ona gönül verirseniz o da size hiçkimsenin giremeyeceği ve göremeyeceği bir âlemin kapılarını açar. Merhum Gavsî Baykara’nın, talebesi merhum Neyzen Aka Gündüz Kutbay’a meşkini tamamladığında söylediği şu sözler ne kadar mânidardır. “Evlâdım, ben sana Ney üflemeyi öğreterek bir çift kanat verdim. Sen ister bu kanatları takar uçarsın, ister bir köşeye bırakırsın”. Merhum Aka Gündüz, hocasının kendisine verdiği bu kanatlarla uçar gider.

Necded Yaşar merhum da, Tanbûrî Cemil Bey ve oğlu Mesud Cemil gibi iki güçlü kanadı takarak uçmuştur. Lâkin tanburun ufkunu genişleten ve sınırlarını da zorlayan uçuşları, bu iki büyük üstâdın kanatlarıyla birlikte, kendisinde varolan cevheri bu kanatların gücüyle birleştirerek gerçekleştirmiştir. Nâçizâne Necded Yaşar’ın tanburun sınırlarını zorlayarak gerçekleştirdiği icrâlarını, bir kâşifin bitmek bilmeyen yolculuklarına ve arayışlarına benzettiğim için, onu bir “tanbur kâşifi” olarak vasıflandırırım. Onun tanburdaki kâşifliğini ve keşiflerini, taksimlerinde görebilmek mümkündür. Nitekim  merhum Necded Yaşar, sazıyla gerçekleştirdiği bu keşif yolculukları sayesinde bu saza hayat vermiş, çıkardığı ses ve sâzendelik kudreti ile dünyanın önemli müzik adamlarının dikkatini çekmiştir. Yirminci yüzyılın çok önemli keman virtüozlerinden biri olan ve “İnsan ve Müzik” adlı belgeseliyle müziği yeniden öğreten Yehudi Menuhin, Necdet Yaşar’ın da katıldığı bir konferansta şunları söyler: “Müzikte dört hâl vardır. Bir müzisyen evvelâ göze hitâb eder. Sonra kulağa hitâb eder, ama henüz sanat başlamamıştır. Müzisyenin icrâsı beyne, dimağa ulaşmışsa, işte o zaman sanat başlamış demektir. Şayet kalbe, yani, gönüle giderse işte bu sanattır, idealdir. Biraz evvel dinlediğim Türk (Necdet Yaşar) böyle çalıyordu.”

Merhum Necded Yaşar’ın mûsikîye olan merak ve ilgisi yedi yaşında iken Nizip’te başlar. Babasının getirdiği bir Aşık Veysel plağını dinler ve bundan çok etkilenir. Gaziantep Nizip’ten kalkıp İstanbul’a üniversite eğitimi için gelir. Bir gün radyoda Tanbûrî Cemil Bey’in icrâsını işitir ve çok etkilenir, bu sazın ne olduğunu, aynı yurtta kaldıkları Nevzad Atlığ’a sorar: “Ağabey, bu çalan müthiş şey nedir ?”. Nevzad Atlığ bunun bir tanbur olduğunu söyleyince Necded Yaşar; “Bu kara sevdayı eğer bir kadına duysaydım, Mecnun olup çöllere düşerdim” der ve hemen, aynı zamanda müezzin olan Ziya Usta’nın dükkânına giderek bir tanbur alır. Mesud Cemil’in de yakın arkadaşı olan Ziya Usta hem tanbur hem kemençe çalmaktadır. Böylece büyük bir aşkla tanbur çalmaya başlar, Sahaflar Çarşısı’ndan aldığı Tanbûrî Cemil Bey plaklarını dinleyip bu büyük üstâdın icrâsını taklid ederek çalar ve kısa sürede önemli br mesâfe kateder. Bu ilerlemeyi fark eden Nevzad Atlığ da kendisini İstanbul Radyosu Korosu’na davet eder. Bir müddet sonra, o sırada Alâeddin Yavaşca’nın evinde bulunan Mesud Cemil, koronun radyo programında Necded Yaşar’ın tanbur solosunu duyar ve Alâeddin Yavaşca’ya der ki; “Yâhu doktor, bu çalan kimdir ? Bizim lisan ile konuşuyor, tanımak isterim”…

Böylece Necded Yaşar, “Tanbûrî” sıfatıyla mûsikîmize dâhil olur ve sanatını icrâ etmeye başlar. Anacığının “Evlâdım, sen sen ol, sanatını paraya pula satma” nasihati kendi ifadesiyle kulağına küp olur ve bu nasihati hayatı boyunca düstur edinir, sanatını paraya pula satmaz, tıpkı merhum Bekir Sıdkı Sezgin gibi ısrarlı gazino tekliflerini reddederek hayatını tanbur sazına ve mûsikîmize adar.

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Monteverdi ne Verdi? 07 Ocak 2018 | 170 Okunma Türk aydınlanmasının müziği ve Arel-Ezgi sistemi 17 Aralık 2017 | 1.519 Okunma Dârulelhân Sempozyumu’ndan Arel Sempozyumu’na 10 Aralık 2017 | 165 Okunma “Çello bilen aşçı aranıyor” 03 Aralık 2017 | 174 Okunma Rauf Yektâ Bey’i nasıl harcadık ! 26 Kasım 2017 | 338 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar