Vahdeti Vücudçuluk’tan, tasavvufî tecdide doğru

İbnü’l-Arabî’nin (Heidegger terimleriyle) ontik – eksistensiyal - ontolojik tefekküründe insan, dünya içinde varolan olarak varolana tabi akıl sahibi bir mevcudiyettir. Kendisinden hareketle varolanla varolmayı / mevcutla...

İbnü’l-Arabî’nin (Heidegger terimleriyle) ontik – eksistensiyal - ontolojik tefekküründe insan, dünya içinde varolan olarak varolana tabi akıl sahibi bir mevcudiyettir. Kendisinden hareketle varolanla varolmayı / mevcutla mevcudiyetini tanıyan (keşfeden) insan, dünya içindelikle zihnî irtibatını dünyasallık üzerinden kurar.

Bu cihetle insan, örneğin akla ve kalbe sahip olmasıyla, aklın düyası ile kalbin dünyası içinde durabiliyorken, akılla kalbin (Bergson söyleyişiyle) biyolojik ve tinsel sistemine (psikolojiye) nüfuz edebilir. Haliyle, onun madde, ruh - beden, dil- kelam – duyma, hâfıza, duyu(m), zihin, şuur, idrak, irade, algı, sezgi, hayal, rüya, berzah, zaman(-sallık) – mekân(-sallık), hareket... anlayışıyla müştereken oluşan zihniyetinin ve buna bağlı hayat tarzının İslam şeriatına göre yapılandırılması ancak tasavvuf imkanıyla mümkündür.

İbnü’l-Arabî bu imkanı ilah-meluh, ilahi isimler, peygamberler, vahiy - emir / nehiy – teklif... üzerinden, kendi ürettiği ıstılahlar eşliğinde, ilgili fenomenlerle birlite (nefis, kalp, aşk, düşünme, hakikat, sevgi, korku, ölüm... vb.) eksistensiyal-ontolojik yorumlarla açımlar ve bu noktadan itibaren insan için öte dünya, gayb alemi meşkuk olmaktan çıkarak, onun kendisini kendisi için tanıma halinin kazanımı olan hürriyetle buluşturur ki, bu hürriyetin hükmü, Hakk’a kul olmaklıkla, sair kullukların prangasından kurtulmaktan, kısaca kâmil insan olmaktan ibarettir.

İbnü’l-Arabî, bu tefekkür minvalinde Vahdeti Vücud kavramını hiç kullanmaz, ancak çok seyrek de olsa bunu ima eden kimi söyişlere yer verir. Onun âlim-mutsavvıf müntesipleri, işte bu yer verişindeki ima’yı belirli hale getirmek suretiyle, Vahdeti Vücud doktrini sanki ondan sadır olmuş gibi davranır; Türkistan, İran ve Arap diyarlarının tasavvufî aklını (Musevî, İsevî, Zerdüştî, Budist, Taocu... akıllara göz kırparak) onda mezcederler. Öyle ki, bir süre kendisini bunun dışında tutmaya özen gösteren Sünnî tasavvuf da bu güçlü mezcedişe direnemeyip, ricat eder.

İstitraden söyleyelim: Mevlânâ’yı irşâd eden Şems-i Tebrizî’nin geldiği yer, Batınîliğin (İsmailîliğin) merkezi olan Alamut’tur. Bu arada Henry Corbin’i ararsanız, onu, Şia’yı “ümmetin şeytanı” olarak niteleyen İbnü’l Arabî’yi size Şia hayranı olarak anlatıyorken bulursunuz (Su uyur, Şarkiyatçı uyumaz!).

Bunların gerçekleştiği tarihsel dönem de hayli ilginçtir. Bu dönem, Osmanlı’nın eli kulağındaki imparatorluğunun ayak seslerinin iyiden iyiye duyulmaya başlandığı demlerdir ki, Vahdeti Vücudçuluk da adeta, Osmanlı’nın kendisini Müslümanların ve Hristiyanların imparatorluğu olarak ilan edeceği günler için hazırlamaktadır.

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
‘Beşikten mezara kadar ilim’ 19 Mart 2024 | 45 Okunma Nakşu’l-Fusus’un mana menzilleri 16 Mart 2024 | 202 Okunma Edebiyat çarkına çomak sokmak 14 Mart 2024 | 115 Okunma Sanatımıza edebiyat gömleği ne zaman giydirildi 12 Mart 2024 | 102 Okunma Bin bir yönlü okumalar 09 Mart 2024 | 88 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar