Sonsuzun dili, ya da dağ, zeytin ve asmalar…
Kaç kez gelmişti bu şehre. Bir gece depremin yanardağ benzeri ejderha ağzı yutmamıştı henüz pek çok şeyi. Hatırlamaya çalıştı. Neredeyse otuz yıl önceydi. Kışın ağzında...
Kaç kez gelmişti bu şehre. Bir gece depremin yanardağ benzeri ejderha ağzı yutmamıştı henüz pek çok şeyi. Hatırlamaya çalıştı. Neredeyse otuz yıl önceydi. Kışın ağzında buğulu bir eski zaman kulübesi kendi kandilinin ışığında dinleniyordu burada. Mütevazıydı zaman. Gözler, yüzler, sözler fakat asıl insana kader perdeliği yapan çarşılar içe işliyordu. Zemin altı bir keçe dükkanında bağırları iyiden ağarmış ustalar yılların güveniyle ‘ya hak nidasıyla’ yuvarlayıp yayıyorlardı önlerindeki keçeyi. Bu halleriyle bir tarikat ayininin alna vurmuş ter damlacıklarına benzetmişti onları. Elbistan’dan bu yana gelinmişti. İstanbul’dan tanıdık yeni öğretmenin evinde koyu şiir sohbetine dalınmıştı. Göksun, Andırın bir bir geçilmişti....