Akıl tutulması

Son olarak ‘Doğu Guta’da kimyasal saldırı’ başlığıyla gündeme gelen ve kimi bakması/tahammülü zor fotoğraflarla birlikte servis edilen yeni Suriye aktüalitesi beklendiği üzere dünya...

Son olarak ‘Doğu Guta’da kimyasal saldırı’ başlığıyla gündeme gelen ve kimi bakması/tahammülü zor fotoğraflarla birlikte servis edilen yeni Suriye aktüalitesi beklendiği üzere dünya manşetlemelerine oturuverdi. Dünyanın bilinen güç odakları da hemeninden öfkeleniverdiler ve bazı kararları alınması an meselesi. Peki yıllardır devam eden iç savaştaki ölen yüzbinler için ne yapıldı dersiniz? Hiç, hava civa. Gerçekte tuhaf bir durum var; kimyasal silah kullanmak elbette kabul edilemez bir şey ama hem daha önce yapıldı, hem de geçmiş yılların birinde Esad ile ABD ve koalisyon ortakları kimyasal silahları teslimi konusunda  bir anlaşma yapmamış mıydı? Bendeniz, Esad kimyasal kullanmaz demiyorum, kullanır. Lâkin tıpkı Irak’ın işgâl bahanesinde olduğu gibi bazı manipülasyonlara da açık bir sahada olduğumuzu hiç unutmayalım. Bir de zaten şu yok mu? Rejim orada savaşı zaten kazanmış gözükmüyor mu? Böyle bir manyaklığı neden yapsın? Ama bütün bunların dışında ve üstünde çözemediğim şey şu: O gül yüzlü çocuklar kimyasal silahla öldürülünce anormal ve kabul edilemez de, normal bombayla öldürülünce bu çocuk ve sivil ölümleri küresel kamuoyunda ‘normal’ mi kabul ediliyor? Bu nasıl vahşî bir duyarlık kategorisidir? Daha geçen hafta Afganistan’da hafızlık eğitimini ikmâl edip, hafızlık merasiminde iken bizzat hedef seçilip bombalanarak ölen yüze yakın genç canın hesabını kim soracak, kimden? Akıl tutulması mı vicdan tutulmasını tetikliyor, yoksa tersi mi? Artık sadece kimyasal ölümlere duyarlı hâle gelen bir kimya değişmesine mi uğradık, nedir? Ve nedir, bize bırakılan dünyayı bu hâle getirebilmek için sürekli ‘ilerleyerek’ geldiğimiz bu noktadan nasıl geriye döneceğiz? Yoksa biraz daha mı ilerlememiz, dibe vurmamız gerekiyor? Ama bunun daha fazlası nasıl olabilir ki? Akasya ve mandolin Hayatımızın rengini neler belirliyor? Eskiden olsaydı; kuş sesi, su sesi, ezan sesi, kağnı gıcırtısı, yağmurdaçtoprak kokusu, yeşilin her tonda görüntüsü falan derdik. Bütün bunların algılanabildiği, rahmet olarak kavranabildiği, sakin ve durgun bir hayatımız vardı. Durgun bir hayat içinde bakırcıların çekiç sesleri, su değirmeninin bir öğle sonunda insanı masal dolu, rüya dolu bir uykuya erdiren uğultusu göze batmıyordu. Seherde bülbül sesi, güneşle birlikte horozların ötüşü, sokaktan gelen sütçü, simitçi; toprak damlı evlerin sulanıp süpürülmesi, kireç badanasının o nedenle temizlik uyandıran kokusu duyulabilirdi. Hasatta, harmanda, geceler boyu uzanıp giden kervan yollarında, kılıç gibi gölgelerin indiği derin derelerde, sürülerin yayıldığı tepelerde, ovalarda içten gelen, kekik kokulu rüzgâra, bâd-ı sabâya emanet edilen bir türkü, bir uzun hava duyulabilirdi.

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Bir kalp durdu 02 Nisan 2020 | 96 Okunma İçerisi/dışarısı 28 Mart 2020 | 744 Okunma Bir çocuktan birkaç post çıkarmak 22 Şubat 2020 | 351 Okunma Okulda havlayan bir Fındık 20 Şubat 2020 | 209 Okunma Şifreler deşifreler 18 Şubat 2020 | 197 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar