Sevinç Çokum

         Günümüz romancılarından Sevinç Çokum ile müştereklerimiz çok. Evvela aynı fakültede okuduk. İstanbul Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı’ndan mezun...

         Günümüz romancılarından Sevinç Çokum ile müştereklerimiz çok. Evvela aynı fakültede okuduk. İstanbul Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı’ndan mezun olduk. Aynı hocaların talebesi olduk. Tabii o bizden evvel başlamıştı. Dolayısıyla bizim yetişemediğimiz Ali Nihad Tarlan gibi hocalardan da ders aldı. Sonra Türk Edebiyatı Vakfı’nda Ahmet Kabaklı Hocamızın rahle-i tedrisinden geçtik. Bir zamanlar yöneticilik yaptığı Türk Edebiyatı dergisinde ben de yazdım. Aynı gazetelerde çalıştık. Ben 80’li yıllardaki Tercüman’da mesai yaptım. O 2000’li yıllarda yeniden kurulan Tercüman’ın köşeyazarlarındandı. Türkiye gazetesinde aynı dönem bulunduk. Ben kültür sanat’ı yönetirken o köşesinde yazdı. Beşiktaş’ta ben de oturdum.

Ortak bir yönümüz daha var ki işte o çok mühim. Sevinç Hanımın baba tarafı Tillolu. Yani bizim Siirt’in önce köyü, sonra ilçesi olan, âlimlerin yurdu, evliyaların yatağı olan güzel Tillo. Yazarımız Lacivert Taşı romanında Tillo’da yaşayan bir çerçi ailesini anlatır. Bu ailenin dağılışı Osmanlı’nın gerileme dönemine denk düşer. Altı sene önce yayımlanan romanda bahsedilen ‘lacivert taşı’ ülkenin sembolü. Kaybolması, felâketlerin habercisi. Romandaki karakterlerin çoğu gerçek. Hicret Bey, yazarın öz dedesi. Babası, babaannesi, halaları da anlatılıyor romanda. Baba, Güneydoğu’daki bir çok insan gibi üç dil bilir. Arapça, Türkçe ve Kürtçe konuşur. Keşke bütün romancılar doğup büyüdükleri toprakları anlatsa. Bazı yazarlar yazdı ama ihmal edenler de çok.

Bir ara Cağaloğlu’nda düzenlediğimiz “Bâbıâli Sohbetleri”ne davet etmiştik. Doğup büyüdüğü İstanbul’u, ailesini, bilhassa eğitimini tamamladığı Beşiktaş’ı anlatmıştı. Sanat hayatının ise özünü aktarmıştı bize. Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende benden içerü” sözünden çok etkilendiğini belirterek hayat görüşünü dile getirmişti. Edebiyat Fakültesi’nde Mehmet Kaplan ve Ömer Faruk Akün gibi hocaların kendisine rehberlik ettiklerini anlatmıştı. Kaplan Hocanın, hikâyelerini Hisar’da yayımlansın diye Mehmet Çınarlı’ya gönderdiğini biliyordum. Ve yetişme çağında ona tesir eden bir başka usta isim Behçet Necatigil. Bir çok edebiyatçı gibi şiir de yazmaktadır o sıralar. Ancak hikâyelerini gören Necatigil, “Şiiri bırakın, hikâye yazın.” der ve onu nesre yönlendirir. Bu tavsiye, yazarımızın edebiyat yolunu ve ufkunu açacak ve artık  “Bir Sevinç Çokum hikâyesi/romanı” oluşmaya başlayacaktır. İlk hikâye kitabı Eğik Ağaçlar 1972’de yayımlanınca yakın bir arkadaşı dayısına göstermek ister. Meğer dayısı Tarık Buğra imiş. Buğra, okuduğu kitapta çok beğendiği bazı hikâyeleri Hisar dergisine yollar ve yayımlatır.

         Sevinç Çokum’un farklı türlerde kaleme aldığı eserleri çok. Bir kısmını hatırlayalım: Beyaz Bir Kıyı, Bir Eski Sokak Sesi, Bizim Diyar, Çok Yapraklı İlişkiler, Deli Zamanlar, Derin Yara, Evlerinin Önü, Gece Kuşu Uzun Öter, Gece Rüzgârları, Gülyüzlüm, Güzele Bakan Karınca, Karanlığa Direnen Yıldız, Kayıp İstanbul, Kırmalı Etekler, Makina, Onlardan Kalan, Rozalya Ana, Vaktini Bekleyen Tohum.

         Yazarımızın lütfedip imzaladığı ve bana yolladığı İskele Gazinosu’nu bir solukta okudum. Hatıra kitaplarını zaten çok severim. Ama usta bir romancının elinden çıkan hatıraların tadı bir başka oluyor. İskele Gazinosu’nda 1950’li ve 60’lı yılların İstanbul’u anlatılıyor. Şehir hayatıyla, mahallede yaşanan  dostluklarla, komşuluk ilişkileriyle bütünüyle eski İstanbul. İskele Gazinosu mihver ama modernleşme eğilimleri, Batılılaşma cereyanları, moda hevesleri, müzik dünyasındaki farklılaşma ve bütünüyle insanımızın değişimi gözler önüne seriliyor. Kitabın ilk bölümünün başlığı “Aileden Biri: Radyo”; şöyle anlatılıyor:

“Şimdi düşünüyorum da misafir odalarında işlemeli örtüsüyle yer alan, aynı zamanda o oda için mobilya önemindeki radyo meğer hayatımıza neler katmış! Yokluklarda, savaş sonrası arayışlarımızda, sanata sevdalanışlarımızda hep yol açıcı, esin verici olmuş. Biz de herkes gibi mutluyduk radyomuzun olduğu yerde uzun ve kısa dalgalar arasında...” Yazının devamında, “Ben en çok istasyon düğmesini sağa sola çevirerek o ince ve uzun ibreyi dolaştırmayı ve başka ülkelerde sesler aramayı seven severdim.” diyen yazar, insanlarımızın dış dünyayla tek bağını kuran ‘sihirli kutu’ya olan ilgisini ve sevgisini şu satırlarla tamamlıyor: “Radyo çocukluğuma rastlayan 50’li yıllarda bizim de evimizin baş konuğu olarak daima sesiyle, mırıltısıyla, uzak uzak gelen şarkılarıyla geç saatlere dek açık kalır, artık soba geçtiğinde sesi kısılmış parazitlenmiş durumdayken uyumayan en son kişi tarafından kapatılırdı.”

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sanat Her Derde Devadır 02 Eylül 2018 | 3.534 Okunma M. Zeki Akdağ 01 Eylül 2018 | 167 Okunma Sevinç Çokum 29 Ağustos 2018 | 3.568 Okunma Anadolu’daki ilk büyük destanımız 26 Ağustos 2018 | 5.707 Okunma Haldun Taner 25 Ağustos 2018 | 198 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar