Bir proje olarak “Avrupa Birliği” ve Türkiye

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında geçtiğimiz ay sonunda Varna'da gerçekleştirilen liderler zirvesinde üyelik sürecinde ilerleme ve ihtilâflara somut çözümler getirme konularında adımlar atılamamasına...

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında geçtiğimiz ay sonunda Varna'da gerçekleştirilen liderler zirvesinde üyelik sürecinde ilerleme ve ihtilâflara somut çözümler getirme konularında adımlar atılamamasına karşılık "ilişkileri sürdürme" arzusu teyit edilmiştir.
Diplomatik dilden gündelik lisana tercüme olunduklarında toplantı sonrasında yapılan açıklamaların, 1963'te başlayan, 1987, 1999 ve 2005 senelerinde önemli yeni başlangıçların yaşandığı bir ilişkinin ulaşacağı nokta konusunda ümit vermediği ortadadır.
İlk olarak Valéry Giscard d'Estaing tarafından dile getirilen, sonrasında da resmî olmayan zeminlerde tekrarlanan muğlâk "imtiyazlı ortaklık" tezinin ağırlık kazandığı AB, 2015 sonrası gelişmeler nedeniyle bunun da gerisinde "ilişkiyi derin soğutucuda tutma" yaklaşımına yönelmiş durumdadır.
Buna karşılık AB üyeliği, Lizbon Antlaşması'nın (2007) hayata geçirilmesinde yaşanan zorluklar, anayasa projesinin başarısızlıkla neticelenmesi, genişlemenin hazmolunamaması, milliyetçi sağın yükselişi, çok kültürlülüğün gözden düşmesi, Brexit ve Polonya ile birliğin temel ilkelerinin sorgulanmasına neden olan çatışma benzeri gelişmeler nedeniyle 2005 yılındaki câzibesini kaybetmiş durumdadır.
Gelinen noktada AB bir "proje" olarak sadece Ankara değil Türkiye kamuoyu nezdinde de öncelik taşımamaktadır.
Jürgen Habermas yıllar önce AB'nin "finans piyasaları merkezli bir teknokrasi" haline dönüştüğünü gözlemleyerek bunun yarattığı sorunların üstesinden ancak "ulusallık"ı aşan bir "demokrasi" ile gelinebileceğini dile getirmişti. AB'nin 2005 anayasa referandumları sonrasında bunun tam tersine bir yol izlediği açıktır. AB işlevsel "demokrasi eksikliği"ni giderecek yollar bulamamanın yanı sıra "Avrupa demos"u yaratma alanında başarısız olmuş ve en azından kısa vâdede "ulus devlet"i aşan bir kimlik yaratamayacağını kabullenmek zorunda kalmıştır.

"Aşk-nefret" ilişkimiz
Geniş zaviyeden bakıldığında modernliğin başlangıcı ilâ İkinci Dünya Savaşı arasındaki diliminde medeniyetini dünyanın diğer bölgelerine gereğinde zor kullanarak benimsettiren Avrupa'nın günümüzde, Dipesh Chakrabarty'nin ifadesini kullanacak olursak, "taşralaşması"nın da câzibe kaybına etkide bulunduğunu belirtmek gerekir.
Avrupa'nın önemini hızla yitirerek yeni dünyanın periferisine kaydığı bir düzende zaaflarına çare bulamamak bir yana onları daha da derinleştiren AB'nin bir "proje olarak" önemini yitirmesi şaşırtıcı değildir.
Buna karşılık Türkiye'de AB konusunda yaşanan hayâl kırıklığının muğlâk bir "Batı" ve onunla özdeşleştirilen değerler karşıtlığına neden olması, sorunlarına çözüm üretemeyen bir projenin başarısızlığının "liberal demokrasi" eleştirisi ile "medeniyetler çatışması" yaklaşımını beslemesi fazlasıyla sorunludur.
AB projesi Türkiye için sağlayacağı ekonomik avantajlar dışında "Batı"ya yönelik olarak iki asrı aşan süredir içselleştirdiğimiz "aşk-nefret" ilişkisini "ifrat" ve "tefrit"ten kurtararak normalleştirme imkânı sunmuştur.
Asırlardır bir taraftan "Batı"nın gelişimine hayranlık duyan ama öte yandan da onu "Öteki"leştiren bir yapı için AB üyeliği "farklılık" ve "ortaklıklar"ın beraberce yaşatılacağı bir yapıya dahil olma anlamına gelmiştir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde "AB projesi" Türkiye için ekonomik yönü ağır basan bir "entegrasyon girişimi" olmanın ötesinde değer taşımıştır.


YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Unuttuğumuz savaş 18 Kasım 2018 | 3.753 Okunma İstiklâl Marşı’nı okuyarak ırkçılık mı yapıyoruz? 11 Kasım 2018 | 5.649 Okunma Otoriter ritüel ve söylemleri eleştirmek “Türklük” karşıtlığı mıdır? 04 Kasım 2018 | 2.466 Okunma “Temsilî demokrasi” krizinde Türkiye 28 Ekim 2018 | 4.270 Okunma “Millî irade-vesayet” kısır döngüsünü kırmak 21 Ekim 2018 | 4.528 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar