Nazım Hikmet’in Cep Defterleri

Gene böyleydi, mayıs sonu haziran başlangıcıydı. Nereden gelmişti bilmiyorum, evde, A. Kadir'in 1938 Harpokulu Olayı ve Nazım Hikmet isimli, sarı sayfalara basılmış kitabını buldum. Harıl harıl okumaya...

Gene böyleydi, mayıs sonu haziran başlangıcıydı. Nereden gelmişti bilmiyorum, evde, A. Kadir'in 1938 Harpokulu Olayı ve Nazım Hikmet isimli, sarı sayfalara basılmış kitabını buldum.
Harıl harıl okumaya başladım. Ortaokul birinci sınıftaydım. Demektir ki, basıldığı 1966 yılından bilemediniz iki sene sonra kitabı okuyordum. Hemen belirteyim: kitabın bu derecede etkili olmasının bir nedeni Nasım Hikmet'in hâlâ büyük bir tabu olmasıydı. Doğrudur, 1961 yılında yayımlanmaya başlayan YÖN dergisi şairin etrafındaki kalın sessizlik duvarını delmiş, 'Kemalist' sayılacak şiirlerini yani Kurtuluş Savaşı Destanı'nı yayımlamıştı ama bu Nazım Hikmet gürül gürül okunan, basılan, dağıtılan bir şairidir anlamına gelmiyordu. Kesinlikle gelmiyordu.
Hele bir sır gibi anlatılan mahpusluğuna ait neredeyse tek kaynak buydu.
Kitabı okudum. Duygulu bir anlatımla yazılmıştı. Müthiş etkileyici bölümleri vardı. Ama aklımı alan yanı, iki şiirdi: birincisi, Bugün Pazar/Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar diye başlıyordu.
Beni allak bullak etmişti. Ama iş bununla sınırlı değildi. Bir başka şiirinden kısacık bir bölüm alınmıştı: "hep bir ağızdan türkü söyleyip/hep birlikte sulardan çekmek ağları/demiri oya gibi işleyip hep beraber/ hep beraber sürebilmek toprağı..." Nasıl vurulmaz insan? Derhal ezberledim hepsini.
(Bu arada geçenlerde Kırklareli'nde bir otelde kaldım. "Bugün Pazar" diye başlayan Karıma Mektup isimli şiirin son mısralarını duvara yazmışlar: 'toprak güneş ve ben/bahtiyarım'.
Gelin/Gidin görün, dört ayrı duvarın her birinde bir alıntı vardı ve her birinin altında söz sahibinin adı vardı. Sadece Nazım Hikmet'in adı yazılmamıştı.
Neden diye sordum, bin dereden su getirdiler.
Daha ağır şeyler söylemek istemiyorum ama kınamamak mümkün mü?
-Hâlâ tabu Nazım Hikmet bu ülkede...) Bu defa şiirleri aramaya başladım.
Evvela Ulus Sineması'nın olduğu pasajın birinci katında çok yıllar sonra Erdal Öz'ün olduğunu öğrendiğim Toplum Kitapevi'ne gittim. Fazla bir şey bulamadım. Asıl 'malzeme' daha sonra yıllar boyunca gideceğim Zafer Çarşısı'nın altındaki kitapçılarda çıktı. Nazım Hikmet basılmaya başlamıştı.
O kitapları aldım. Bir de 'de' yayınevi basıyordu Nazım Hikmet'i. Zaten de'nin kitaplarına tutkundum. Nazım Hikmet'in o yapıtlarını da aldım. Hâlâ saklarım. Derken Bulgaristan'da basılmış Toplu Eserleri'ni hocam Cevdet Erdost hediye etti. Saklarım.
Cem Yayınevi'nin bastığı Toplu Eserleri çok güzeldi. Saklarım. Yokluktan buraya gelmeyi de bir kazanç sayarım. (Şeyh Bedrettin Destanı'nı yıllar sonra büyük dostum Tuncel Kurtiz sahneledi. İlk kez Viyana'da gördüm. İstanbul Tiyatro Festivali'ne davet ettirdim, geldi, oynadı. Yıllar yılı onu beraber okuduk. Hâlâ da zaman zaman sesinden dinliyorum.) Yıllar böyle geçti. 1975'te Attila İlhan'la tanıştığımda epey bir Nazım Hikmet 'birikimi'ne sahiptim. Onunla başka şeyler konuştuk bu büyük şair hakkında. Belki bir gün yazarım. O da Nazım Hikmet konusunda hayli dertliydi. Nedeni Türk solunun 1970'lerin ortasında bile hâlâ olağanüstü derecede muhafazakar/mutaassıp olmasıydı.
Nazım Hikmet hâlâ 'aşk' şiiri yazdığı için tartışılıyordu. Attila İlhan da "Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da/Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil" mısralarını kullanarak aşk şiiri yazmanın, duygulu bir yürek taşımanın solculuğa, 'devrimciliğe' aykırı, ters olmadığını anlatmaya çalışıyordu.
O arada şiirlerinden 'tematik' seçkiler hazırlıyordu. Onlara nefis adlar vermişti:
'mapusluk zor zanaat', 'bir şair yolculuk ediyor', 'herkes kendi payına ölür', 'sevda ateşten gömlek' 'bir hazin hürriyet', 'tavı gelmişti demirin', 'gurbet ölümden beter'...
(Haydi, hiç unutamadığım bir sözünü buraya alayım. 'Gurbet ölümden beter'i hazırlamıştı.
Konuşuyorduk. Sükunetle söyledi.
"Hangi şiirini çok beğenip, sonuna baksam, Prag'da yazıldığını görüyorum. Demek çok güzel bir şehir ve şair orayı çok sevmiş..." Prag'ı hep aklımda bu sözle dolaştım. Hele şiirlerinde geçen, 'oturdum' dediği Slavia Kahvesi'ne girerken...)
***
Bütün bunları birlikte hayli zaman geçirdiğim, Yapı Kredi Yayınları'nın bastığı defterlerini günlerce karıştırır, okurken, oradan diğer kitaplarına ve diğer kaynaklara sıçrarken düşündüm: Nazım'ın Cep Defterlerinde Kavga, Aşk ve Şiir Notları (1937-1942).
Hiç lafı dolaştırmadan söyleyeyim:
Müthiş bir çalışma. Bana göre daha şimdiden yılın yayın olayı. Bir Zeyl cildinden sonra Nazım Hikmet'in defterleri altı nefis cilt halinde basılmış.
Bu Zeyl'in hemen girişinde yer alan 'Teşekkürler' başlıklı yazıda belirtildiği gibi, efsanevi yayıncı Memet Fuat'ın ölümünde sonra (2002- -aman Allah'ım o kadar olmuş mu?..) Memet Fuat Arşivi-Piraye Koleksiyonu'nda bulunan belge, mektup, fotoğraf ve defterler sergi(lenerek) ve bası(larak) gün yüzüne çıkar(ılıyor). Eşsiz bir çalışma, hizmet ve katkı. Elbette. Su götürmez. Gene aynı metinden izlersek koleksiyonun ilk tıpkıbasımı Nazım'ın Çankırı'dan Pirayeye Mektublar (imlası aynen) başlıklı defter.
Bunu 2010 yılı Haziran ayında Türkiye'ye akademik yayıncılık konusunda ufuk getiren yayıncı dostum Fahri Aral'ın başında bulunduğu Bilgi Üniversitesi Yayınevi bastı.
İkinci tıpkıbasım gene aynı yayınevi tarafından, gene aynı duyarlılıkla ve enfes bir şekilde basılan Nazım Hikmet'in Açlık Grevi. 2011 yılı. Şairin notları, mektupları, aydınların mektupları ve bu maksatla çıkarılmış Nuhun Gemisi, Hür Gençlik, Nazım Hikmet başlıklı gazeteler var. Bu kadar etkileyici yayıncılık faaliyeti azdır.
Üçüncü tıpkıbasım şairin karısı Piraye'ye mektupları: Sana Gelince... Bu baskıyı Yap Kredi gerçekleştirmişti, 2012'de.
Diğerleri kadar etkileyiciydi, kutusu, baskı kalitesi, her şeyi.
***
Şimdi de altı defter elimizde.
Yazılardan ve dostum, tasarımcı Mehmet Ulusel'in 'itiraz' yazısından öğreniyoruz ki, bunlar bir 'tıpkıbasım' değil.
Ulusel'e göre bir 'şey' aynı kağıda, aynı malzemeyle basılırsa tıpkıbasım olur.
Yoksa elimizdeki 'kalp para'dır. Peki.
Katılıyoruz. Diğerlerine da haydi 'kopyalama' diyelim. Ama onları da kuşkusuz çok önemsiyoruz. Kavga, Aşk ve Şiir Notları 'takımı' bu cinsten.
Ve olağanüstü. Çünkü, mesele sadece defterlerin 'aynen' (kopya) basılması olsaydı gene ürperirdik. Şairin entelektüel mahremiyetine bir adım daha yaklaşmış oldurduk.
O kadarla kalınmıyor. Her ciltte bir defter aynen basılmış. Ama ne müthiş bir basım: bütün yazılar, sözcükler, sözcüklerin üstlerine, altlarına çizilmiş çizgiler, eski yazı ve Latin harfleriyle alınmış tüm notlar matbaa harflerine aktarılmış. Eski yazıların Latinizasyonu yapılmış.
Karalamalar bile okunup anlamlandırılmış.
Her sayfanın altında ayrıca o metni açıklayan, anlamlandıran, ihtimallerle buluşturan, diğer kaynaklarla ilişkilendiren bilgiler verilmiş. Büyük emek.
İleride daha da gelişecek Nazım Hikmet çalışmaları için eşsiz bir imkan.
Bilhassa şiirler, şiir çalışmaları bize büyük kapılar aralıyor. Bir şairin, gelmiş geçmiş en büyük şairlerin başlıcasının nasıl çalıştığını böylece görebiliyoruz, izleyebiliyoruz. Yetmiyor.
Mesele Memleketimden İnsan Manzaraları'nın nasıl oluştuğunu anlıyoruz.
(İlk hali, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi idi. Üçüncü defterde, Erkin Zırhlısı'nın 'apdesthane'sinde, sintinesinde, Ankara Merkez Komutanlığı'nda tutukluyken bitmez tükenmez bir 'lügat' sözcüğüdür, döner durur, defterinde. Çeşitli şekillerde yazar bu sözcüğü. Bu Lügat acaba ansiklopediye mi tekabül ediyordu?) Daha ilginci o dillerden düşmeyen "Bugün pazar" diye başlayan şiirin oluşumu.
Bir de Manzaraları'nda yer alan Şaban Oğlu Selim ile Kitabı, Dört Hapishane'den kitabında yer alan Ceviz Ağacı ile Topal Yunus'un Hikayesi, hangi merhalelerden geçerek vücuda gelmiş, bu metinlerde izleniyor.
Başlı başına bir serüven bu. Sonra "Saat dört yoksun" diye başlayan şiirin beni çok şaşırtan ve çok etkileyen ilk hali... (Bir düzyazı metin bu. Çok yıllardır düşündüğüm, "Nazım Hikmet neden şiirlerine 'benim yazılar' derdi" sorusunun acaba bir açıklaması olabilir mi bu, kafamda evirip çeviriyorum.
Acaba şiirler ona önce şiir değil 'yazı' olarak geliyordu, sonra mı onları şiir haline sokuyordu?... En iyi şiirlerinden hiç saymam ama Bir Küvet Hikayesi, bu defterlerde, "Oturup hapishane avlusunda" diye başlayan nefis şiir bu defterlerde, Yine Ölüme Dair bu defterlerde.
Bu yayının bir 'olay' olduğunu yinelemek anlamsız. Bir de Zeyl'den söz edeyim. Handan Durgut bu cildi hazırlamış. Defterlerde yer alan olayların arka yüzlerini, planlarını, karanlık kısımlarını aydınlatıyor. Çok emek verildiği besbelli. İyi ki de toparlamış bu cildi. Yoksa bu defterlerin içerikleri eksik kalırdı. Bu vesileyle başka, akademik çalışmalarından tanıdığımız Yücel Demirel'i ve gene tasarımcı Mehmet Ulusel'i bir kez daha kutlarım.
Kağıdı, baskısı, dikkati, özeniyle eşsiz bir çalışma.
***
Nazım Hikmet bugün şiirleri okunan birisi değil artık. Bildiğim kadarıyla kitapları satmıyor. Bu onun büyüklüğüne gölge düşürmez. Türkçenin gelmiş geçmiş en büyük şairidir. Türk Şiiri, Modernizm, Şiir isimli kitabımda bu yargımın nedenlerini çok farklı düzeylerde açıkladım. Burada şunu belirteyim. Bahsettiğim büyüklüğün nedeni sadece şiire getirdiği devrimci söylem, yapısal özellikler ve dönüştürüm değildir. Ondan daha fazlası vardır.
Nazım Hikmet maddeci dünya görüşünden hareketle yaşamı, evreni, insan hallerini ve nesneyi, gerçekliği ve onu hazırlayan olay örgüsünü en geniş açıdan kuşatmış, her şeyi şiire dönüştürmüş, şiiri 'her şeyleştirmiş' bir şairidir. Sık sık yapıldığı gibi Necip Fazıl'la mukayese edilmesi tam bir saçmalıktır.
Onun veya Fazıl'ın daha iyi şair olması gibi bir yargıya varılamaz.
Bunlar karşılaştırılabilir 'nen'ler (entity) değildir.
Birbiriyle alakası olmayan iki isimdir. Bu gerçek Mehmet Akif-Tevfik Fikret ikilisi için de geçerlidir. Nazım Hikmet 'fiziğin ve maddenin' etrafında insanı somutlaştıran bir şiiri bütün ayrıntısıyla yazdı. Şiirinde çağlayıp akan 20. yüzyıl ve yaşadığı gündür. Bu çapta bir şiirleştirme ve şiirle birlikte somutlaştırma başka hiçbir şairimizde görülmez.
Şimdi: Nazım Hikmet davası tabii ki, Türkiye'nin Dreyfus davasıdır.
Bu çalışmaları yeniden okuyunca, insanın içini yeniden bir kızgın alev dağlıyor. Bunca haksızlık, bunca insafsızlık nasıl yapılabilmiş? Türkiye, Nazım Hikmet için bazı adımlar attı. Ama yetmez. Bu dava yeniden görülmeli. Nazım Hikmet yeniden yargılanmalıdır. Bu konularda Kültür Bakanlığı'nda müşavirken çok çalışmış ve Bakan Ercan Karakaş'ın Nazım Hikmet'in vatandaşlığının iadesi için ilgili makamlara verdiği ilk dilekçeyi kaleme almış birisi olarak bunu özellikle istiyorum.
Şaşırtıcı bir tesadüfle bu yazıyı yazdığım ve Nazım Hikmet'in 1963'te öldüğü gün olan 3 Haziran'da bunu bilhassa istiyorum.
YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
‘Büyük tıkınma’ ya da edebiyatı edebiyatımsılarla öldürüş 10 Kasım 2018 | 4.034 Okunma Atatürk’ün hayatı: resmiyet, sivillik, bilimsellik... 14 Eylül 2018 | 276 Okunma Şiirlideğnek küçük İskender ve büyük şiiri 20 Temmuz 2018 | 255 Okunma Nazım Hikmet’in Cep Defterleri 08 Haziran 2018 | 335 Okunma 1968’e Türkiye’den bakmak... 11 Mayıs 2018 | 328 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar