“Ziyaretiniz beni pek mesrur etti...”
Arkadaşımın Meczuplar Meydanı, komşumun metruk bulvar dediği, benimse yeni tenezzüh mekânımız dediğim, resmî adı Cumhuriyet Meydanı olan bulvarda yürümeye çıktım. Doktorumun tavsiyesi. “Tünelin üstünde –doktor hastalarına böyle tarif ediyor demek– yani tünelin girişinden çıkışına kadar, başlangıç için iki tur atsanız yeter.” Yürümem için meydanın boş olması lazım. O da ancak sabah 7-8 arası mümkün. Fakat o sıralar köpek milleti kendi keyfini ilan etmiş oluyor, bu da tehlikeli. Öğleden sonra insanlar
Arkadaşımın Meczuplar Meydanı, komşumun metruk bulvar dediği, benimse yeni tenezzüh mekânımız dediğim, resmî adı Cumhuriyet Meydanı olan bulvarda yürümeye çıktım. Doktorumun tavsiyesi. “Tünelin üstünde –doktor hastalarına böyle tarif ediyor demek– yani tünelin girişinden çıkışına kadar, başlangıç için iki tur atsanız yeter.”
Yürümem için meydanın boş olması lazım. O da ancak sabah 7-8 arası mümkün. Fakat o sıralar köpek milleti kendi keyfini ilan etmiş oluyor, bu da tehlikeli. Öğleden sonra insanlar çıkıyor. E ne olmuş? Diyebilirsiniz. Kalabalık oluyor da adım atacak yer bulamıyorum anlamında değil bu şikâyetim, ortalıkta insanların dolaşması beni yürümekten alıkoyuyor. Neden mi? Ben onların her birinde bir hikâye buluyorum. O hikâyeyi okumaya kalkınca da yürümeyi unutuyorum. “Kaç adım attın?” diye soruyorlar eve dönünce. Sorularını cevaplamadan telefonuma bakıp “Aaa 1200 adım mı? Sen ancak caddeden aşağı inmişsin. Yine kiminle ayaküstü sohbet edip geri geldin!” diyorlar.
Ödünç kitap veren minik yapının önündeki taştan banklara oturdum. Her türlü sahnenin her an hazırda beklediği bu yerde şöyle bir eylenmemek vakti verimsiz kullanmak olurdu.
Her türlü sahne deyince... İki kadın çekirdek çitliyor. Çitledikleri çekirdekleri yere tükürürcesine dudaklarından aşağı sallandırıyorlar. Kılık kıyafetlerine bakılıp puan verilecek olsa gayet de şehrim insanı, kombinimi yapar çıkarım, her şeyin en kalitelisini üstüme kondurur gezerim havasındalar.
Bu yerlere tükürülen çöpler de neyin nesi yahu.
Bir merak karşılarına oturdum. Cep telefonumu açtım, bu sabah okuduğum sayfayı tekrar okumaya başladım. Tekrar bahsi önemli. Çünkü… Evet çünkü kendimi kitabın sayfalarına kaptırır, dışarda üşüdüğümle kalırım. Ama okunmuş sayfalar –bu ne ya okunmuş su gibi– insanı ortama karşı diri tutuyor. Sen kitabın sayfasında kaybolmuyorsun ama sana bakanlar senin çoktan kaybolduğunu sanıyor. Kulağım sohbete misafir. Hadi bakalım...
-O Görkem var ya aynı bizim İfakat Yenge, dedi, bordo bereli kızıl saçlı kadın.
-Ay senin İfakat Yengen mi var? Dedi, sarışın topuzuna kelebek toka kondurmuş olan.
-Var, babamın yengesi.
-Dizideki İfakat’e benziyor mu?
-Ben o diziyi seyretmiyorum. Ailede benzetenler de var benzetmeyenler de. Ama İfakat’i canlandıran artistin vidyosunu gösterdiler, çakırkeyif halde röportaj vermiş. Bak aynı İfakat Yenge’nin cevapları dediler.
-Herkes hemfikir oldu mu?
-Yok yine ikiye bölündü ortam. İfakat Yenge kendine her ortamda mukayyet olur diyenlerle hayır İfakat Yenge’nin bilinç altı işte böyledir diyenler gece boyu tartıştı.
-Ne İfakat Yengeymiş sizinki.
-Görkem var ya dizide. Annem diyor ki senarist kesinlikle bizim İfakat’i tanıyor, ondan mülhem çıkarmış ortaya bu Görkem’i.
-Mülhem mi? O ne, melhem der gibi.
-Mülhem yok mu sizin dilinizde. Bizim aile öyle. Geçen gün benim büyük kız Çiğdem, “mesrur” demiş. Müdürü “Siz Arap mısınız?” diye sormuş. Sanırsın ilkokul çocuğuna had bildiriyor.
-Çiğdem’in yaşı kırk vardır değil mi? Bak “mesrur” bizim evde de çok kullanılırdı. Rahmetli babaannem “Mesrur ettiniz beni” derdi bayramlarda elini öpünce. Babaannemin bayramlık cümlesi der, gülerdik çocukken. “Efendim ziyaretiniz beni pek mesrur etti.”
Gümbürtülü kahkahalarını meydana çamaşır asar gibi asıyorlar. Rüzgâra karşı salınan iki kahkaha.
-42 oldu Çiğdem. Yeni müdürü pek cahil, görgüsüz. Babaanneni sever miydin?
(Bu kadının 42 yaşında kızı mı varmış! Kadın nasıl dinç, enerjik...)
-Sever miydim? Bilmem biz onu çok sayardık. Ödümüz kopardı bir saygısızlığımız olur diye. Kendini saydırmayı bilirdi rahmetli. Yemeğini odasında yer, bizimle pek az vakit geçirirdi. Siz gençsiniz rahatsız etmeyeyim, derdi. Öldükten sonra esasında kendisini saydırmak için bu kadar mesafe koyduğunu babamdan öğrendik. “İnsan” demiş babama, “saygı beklemez, kendisine duyulması gereken saygıyı kendisi inşa eder.” Babamın çocukları ile fazla yüz göz olmasını, gençlerle düşüp kalkmasını pek anlayamazdı.
“Dizi üzerine konuşacaktık bak konu nerelere vardı.”
“Fena mı oldu? Maksat sohbetin yolunu açmak.”
“E sen memnunsan. Sen şerbeti konuşalım dedin diye ben...”
“Sohbet şahane şerbet bahane.”
“İyi o zaman sen şeyi bilir misin?”
“Neyi?”
“Dilimin ucundaydı, hatırlarım şimdi dur.”
“Dururken sana bizim eski bayram sohbetlerinden bir kesit sunayım.”
Sunamıyor. Kahkahalarla gülüyor. Arkadaşı ne oldu der gibi bakıyor. Tekerleme söyler gibi tekrarlıyor gözünden yaş gelerek attığı kahkahaların arasında.
“Sen şeyi duymuş muydun? (Tekrar gülüyor.) Halâ değil melâ da değil.”
“Yok duymadım. Helâyı demiyorsun değil mi?”
“Yok ayol. Helâ değil. Ne halâ ne melâ diye başlayan tartışma olurdu bizde bayram günleri öğleden sonra. Aslında bu tartışmanın hadi evlere dağılalım teklifinin geleneksel ön cümlesi olduğunu sonra sonra anladık.”
“Ne demek ne halâ ne melâ? “
“Bilsem… Hiç bilmiyorum.”
“Aa üstüme iyilik sağlık. O nasıl oluyor? Hem geleneksel bayram tartışmamızdı diyorsun hem de bir şey bilmiyorsun.”
“Ben ne bileceğim! Büyük dayıların, amcaların tartışmasıydı. En son ansiklopedide madde olarak bile var diye bitti tartışma.”
“Baksaydın sen de neymiş diye.”
“Baktım ama çok zor geldi. Melâ felsefi bir terimmiş. Bizimkilerin dilinde başka bi şeye dönüşürdü o başka”
Kadınlar sohbeti nihayetlendirdi. Çitledikleri çekirdeklerin çöpüne basıp gidecekler derken... O da ne? İkisi de çok amaçlı eldivenlerini çıkarıp ellerindeki poşetlere bir güzel doldurdular çekirdek çöplerini.
Kadınların bu haline kim bilir nasıl bakıyordum ki “Kaçık bunlar diyorsunuz” dedi kırmızı saçlı olan. “Baştan poşete atmak varken, değil mi?” Öteki sanki ben öyle bir şey demişim gibi cevap yetiştirdi: “Ama öyle derli toplu çitleyince insan hiç stres atamıyor.”
Güldüm. “Doktor tavsiyesi herhalde” dedim.
Kırmızı saçlı olan “Arkadaşın kendine kendi tavsiyesi” deyip bir kahkaha attı.
Arkadaş doktormuş meğer.
Bazen de sondaki eylemlerini öne alıyor, sonunda nasıl olsa çöplerini toplayacak iken “Utanmıyor musunuz?” diye kendilerine çıkışanlara “Çok utandık” deyip çöpleri hemen topluyor, eve gidince de insanların şaşkın halini uzun uzun konuşuyorlarmış.
Türk Dil Kurumu yılın kelimesini “yalnız kalabalık” seçmişti ya... Ben de doz aşımı kulak misafirliğinden sonra günün kelimesi olarak “yanlış kalabalık” ve “yanlış kabalık” kelimelerini yazdım defterime.