Tarikatlar ve cemaatler üzerine -IV- (Din devletinden ulus devlete)

Gerek Hz. Peygamber’in vefatı sonrası ilk halife seçimiyle başlayan süreç, gerek Osmanlı Devleti’nin güttüğü siyaset; dini düşüncenin siyaset ve devlet yapılanmasından bağımsız olarak...

Gerek Hz. Peygamber’in vefatı sonrası ilk halife seçimiyle başlayan süreç, gerek Osmanlı Devleti’nin güttüğü siyaset; dini düşüncenin siyaset ve devlet yapılanmasından bağımsız olarak gelişmediğini gösterir. Bu durumu, diğer İslam toplulukları üzerinden de okuyabiliriz. Siyasi yapıyla dini yapı, o denli iç içe geçmiştir ki, bunları birbirinden ayırmak neredeyse imkânsızdır. Aralarında adeta ortak bir yaşam ilişkisi vardır. Haliyle biri olmadan diğeri yaşayamaz; ünlü tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnancık, bunu “din-ü devlet” olarak aktarır.
11-13. yy Anadolu’sunda, merkezi bir devlet otoritesinin olmayışı, statik ve kanonik bir dini otoritenin de oluşmasını sağlayacak bir ortamı hazırlayamadı. Haliyle, dinin tasavvuf çerçevesi içindeki pek çok yorumu, Anadolu’da eş zamanlı bir şekilde varlığını sürdürdü. 13. yy perdesi kapandığı zaman, gitgide zayıflayan bir Moğol gücü, buna mukabil kâğıt üzerinde Moğollar’a (İlhanlı Devleti) bağlı pek çok beylik ortaya çıktı. 14. ve 15. yy’lara geldiğimizde ise Anadolu’daki bu beylikleri, peyderpey, Osmanlı hanedanlığı, tek bir devlet çatısı altında toplayacaktı. 15.yy’da artık Osmanlı Devleti bir cihan imparatorluğudur. (Osmanlı bu dönemde, teknolojik yenilikleri dini bir engelle karşılaşmadan benimsemiş ve geliştirmiştir.)
Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren, şeriatın yanı sıra padişah kanunnameleri de devlet yapılanmasında görülür. Özellikle Fatih ve Kanuni dönemleri arasında Osmanlı devletinin, hanedanın tek bir üyesinin elinde olması, başka bir deyişle birkaç veliahtın iktidarı altında bölünmemesi temel güdü olmuştur. Bu aynı zamanda merkezi otoriteye karşı, başka bölgesel güçlerin varlığına tepkiyi de beraberinde getirir. İşte Osmanlı Devleti’nin merkezileşme çabası, özellikle bu bahsettiğimiz dönemde su yüzüne çıkmıştır. Nasıl ki devlet siyaseten tek bir merkezden yönetilecekse, hukuken ve haliyle fıkhen de tek bir anlayış geçerli olacaktır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta; Osmanlı ailesinin, İran’daki Şii-Safevi ailesi ile savaş halinde olmasıdır. Yani Osmanlı ailesine göre Anadolu, özellikle de Doğu Anadolu, Şii propagandasına açıktır ve halk Safevi ailesine meyledebilir. Bu durumda devlet, güvenlikçi bir politika içinde olur ve Sünni-Hanefi Fıkhını (Halil İnalcık’a göre, imparatorluk düzenine en uygun fıkıh mezhebidir) resmi devlet dini haline getirir. Başka bir deyişle, Osmanlı Devleti merkezi otoritesinin, tek bir inanç-uygulama merkezi olacaktır. Bunun dışındaki yapılar ve gelenekler bu merkezi anlayışın dışında kalır.

ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI

16. yy’dan itibaren inişe geçen Osmanlı Devleti’nin, inşa edilmekte olan yeni dünya düzenine cevap veremeyişinin nedenleri, Halil İnancık’ın şu tespitinde aranmalıdır:
“Ulema ve medrese çevreleri, hem tatbikî hem de aklî ilimlerde yeniliklere karşıt bir tavır almıştır. Örneğin, 1767’de Ali Paşa’nın kitaplarına el konduğu zaman, şeyhülislam, koleksiyonda bulunan felsefe, astronomi ve tarih üstüne yazılmış yapıtların kütüphanelere konmasını yasaklayan bir fetvâ çıkarmıştır.
Bu koşullar, İslâm dünyası için Batı’daki bilimsel gelişmelerden, tatbiki ilimler alanında bile yararlanmayı son derece güçleştiriyordu. Bürokratik sınıftan birkaç kişi ile İslâmiyet’i kabul etmiş birkaç doktor, Batı dillerinden coğrafya ve tıp üstüne yapıtlar çevirme yürekliliğini göstermiş ancak bunların da çabaları yalnızca günlük hayatta önemi olan bu konularla sınırlı kalmıştır.”
Bağnazlık hızla ilerler; akli ilimlere dini inancı zayıflatıyor diye hücum edilecektir. Bundan tasavvuf da nasibini alır; tekke-medrese kavgası hep vardır. Her yeniliği İslam’a aykırı gören, gelenekçi Hanbeli görüşü benimsemiş ulema sınıfı; öyle ki tütünü, kahveyi, şiiri, türküyü, raksı dahi şeriata aykırı ilan eder. Matematik ve akli ilimlerin medreseden kaldırılmasını ister. “Kur’an ve sünnetin dışında olmamakla birlikte, İslam toplumunun benimsemiş olduğu inanç ve adetleri bidat diye damgalayan ve halkı bunlara karşı kışkırtan” vaizler bir yandan skolastik ilahiyatçılara, bir yandan da yüksek ulemaya saldırırlar. (Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu – Klasik Çağ)

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Alimin uykusu cahilin ibadetinden daha üstündür! 27 Kasım 2023 | 377 Okunma Bir toplumun DNA testi: ENFLASYON... 20 Kasım 2023 | 256 Okunma Bugün ölen adaletti 13 Kasım 2023 | 319 Okunma Ülkeler ahlaksızlıktan çöker! 06 Kasım 2023 | 192 Okunma Ne mutlu Türk’üm diyene! 30 Ekim 2023 | 195 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar