Tarikatlar ve cemaatler üzerine -III-
Mezhep ve tarikat örgütlenmeleri ve hatta İslami İlimler -Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh gibi- Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Mezheplerin temellerinin en az yüz sene sonra atıldığını...
Mezhep ve tarikat örgütlenmeleri ve hatta İslami İlimler -Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh gibi- Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Mezheplerin temellerinin en az yüz sene sonra atıldığını görürüz. Bugünkü anladığımız manada tarikatlar ise İslam’ın ilk beş-altı asrında yok… Bu yapılarla ancak Selçuklular döneminde karşılaşıyoruz.
Mezheplerin ve tarikatların oluşumunun altında pek çok saik yatar. Beslendikleri kaynak aynı olmakla birlikte sosyal ve siyasi yapı, kültür, entelektüel zaviye ile inanç arasındaki korelasyon (ilgileşim); dini söylemlerin, verilen içtihatların, yaşam biçimlerinin belirleyicisidir. Doğal afetler, savaşlar, siyasi baskılar ve hatta bireysel sorunlar birtakım arayışları beraberinde getirir. Bu durumun olumlu ya da olumsuz sonuçları olur.
Abdülbaki Gölpınarlı, “Yunus Emre ve Tasavvuf” adlı eserinde; 13. yy’da Anadolu halkının yaşadıkları zulümden bahsederken, içler acısı tabloyu ortaya koyar. Moğolların ve Moğol Akını’ndan kaçan Harezmîlerin, Anadolu halkına yapmadıkları işkence kalmamıştır; önüne geleni kesip biçerler. İç kavgalar da had safhadadır. Bu da yetmezmiş gibi sarayı, vezirleri, beyleri, divanı, Moğol elçilerini ve ordusunu, bu bitmiş tükenmiş halk besler. Kimse canından emin değildir. Herkes herkesin aleyhine kuyu kazmakta; adalet adına da din adına da zulüm yapılmaktadır. İsyanlar, yol kesmeler, kuraklıktan oluşan büyük kıtlıklar; halka, insan ölülerinin bile etini yedirir. Gölpınarlı, özetlediğim bu tahlili yaptıktan sonra tasavvufun yayılışındaki temel sebebe dikkatleri çeker:
“Maddi refahın bir masal haline geldiği, nispi sükûnun bile hayal edilmediği böyle bir devirde, müspet düşünceye eremeyen insanoğlu ancak gökyüzünden imdat bekleyebilir. Bu yüzden; hayrı-şerri izafi sayan, her şeyi Tanrının zuhuru gören, bütün işleri, meçhul bir hikmete bağlayan, bununla da kalmayıp insanı, aşk ve cezbeyle manevi bir âleme götüren, olayları bir buğu altında tozpembe gösteren tasavvuf yayıldıkça yayıldı.”
ANADOLU ERENLERİ VE HOŞGÖRÜ
Diğer taraftan, büyük tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık’ın da hocası olan Mehmet Fuad Köprülü’nün, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı dev eserinde yaptığı tespit önemlidir. O devirlerde, Anadolu’da taassup ve fanatizmin mevcut olmadığını, aksine hoşgörünün, hem de farklı inanç grupları arasından büyük bir hoşgörünün hâkim olduğunu söyler ve Selçuklu Anadolu’sunun resmini çizerken şu sözlerle ifade eder:
“Şimdi Anadolu Selçuklularının vücuda getirdikleri medeniyeti, umumi çizgileri bakımından tayin ve tespit etmek istersek; eski Türk ve Arap-Acem unsurlarının yanında yerli, yani İslâmî olmayan unsurun pek ehemmiyetsiz kaldığını ve en üstün unsur olarak Acem tesirinin belirdiğini itiraf mecburiyetindeyiz. Yalnız İslâmî İran medeniyeti ile değil El-cezîre ve Suriye’deki Arap medeniyetleriyle ve tâ Hindistan’a kadar bütün İslâm kavimleriyle temasta bulunan Selçukluların hükümdarları, Bizans sarayları ile de ilgili idiler. Bizans prensesleri ile evlenerek, bu suretle Batı’daki komşularıyle daha sıkı münasebetlere giren bu hükümdarlardan bazıları, mesela bizzat Büyük Birinci Alâ’ed-Dîn Keykubâd, Bizans’ta uzun seneler yaşayarak, Bizans sarayının âdetlerine ve teşrifatına pek yakından alışmışlardı; lâkin eski Yunan-Roma ve Hristiyan an’aneleriyle bu sıkı temas, onlara san’ata, bediî hayata, resme, mûsıkîye, serbest düşünceye hulâsa dar ve zühdî telakkîlerin hoş görmediği bütün şeylere karşı hoş görülü bir durum almalarından başka bir netice vermedi.”
Göçler, savaşlar, hastalıklar insanlığın kendisine yeni yollar açmasını zorunlu kıldığı gibi; farklı kültürlerle karşılaşmalar (Keykûbad örneği) fikirlerin açılımına ve medeniyetlerin oluşumuna zemin hazırlar. Türkler’in İstanbul’u fethinden sonra Avrupa’ya göç eden Bizanslı bilim adamı, sanatçı ve ruhbanların, oralarda, İtalya merkezli bir Rönesans hareketi başlatırken; Moğol istilasından kaçan ilim ve irfan sahibi mutasavvıfların Anadolu’da başlattıkları fütüvvet hareketleri neden İtalya’dakine benzer sonuçlar doğurmadı; bu bir tartışma konusu olmalıdır!