Önümüzdeki 10 yılda gelecek 100 yılın tohumlarını ekemezsek, yok
oluruz, demiştim.
Başta eğitim olmak üzere, fikir, sanat, kültür, medya ve gençlik'te
medeniyet dinamiklerimiz ekseninde devrim yapamazsak, yaptığımız
maddî atılımların hepsi boşa gider; geleceğe emin adımlarla
yürümeyi geçtim, varlığımızı sürdürebilmemiz de tehlikeye
girer.
Bu arada umudunu bize bağlayan mazlum ümmetin umutları da suya
düşer.
Medeniyetler, şehirlerde yeşerir.
Bütün peygamberler, şehirlere gönderilmiştir. Bu mesele üzerinde
derinlemesine kafa yormak zorundayız.
İlkemiz şu olmalı burada: Din, mekke'de hayat bulur; medine'de
hayat sunar; medeniyet sürecinde de hayat sunar bütün insanlığa ve
varlığa...
Bu yazıda hem seküler kent fikri hem de Müslüman şehir / medine
tasavvuru konusunda bir iki cümle kurmak niyetindeyim.
SEKÜLER KENTLER: TAŞLAŞMIŞ, RUHSUZ MEZARLIKLAR
Öncelikle, burada kent ile şehri ayrı anlamlara sahip iki ayrı
“dünya” olarak görmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum bir kez
daha.
Kaldı ki, Batılı düşünürler bu meselede zihin açıcı fikirler
geliştirdiler. Sözgelişi, Deleuze, kent'i / city'yi, “garnizon”
metaforuyla açıklarken; medine'yi / şehir'i “galaksi” metaforuyla
ifade eder.
Bu ayırım, son derece kışkırtıcıdır; bu mesele üzerinde çok
yazdığım için bu kadarla yetiniyorum burada.
Paul Virilio, modern seküler kentlerin “ölü mezarlıkları
andırdığını» söylerken hiç de yabana atılmaması gereken bir
tespitte bulunur.