Biliyorsunuz, her cumartesi burada sizin mektuplarınıza,
mesajlarınıza yer veriyorum.
Ama bugünlük sizden kendi mektubum için izin
istiyorum.
Çünkü bir haftadır içimden taşanları ilgililere duyurmazsam,
kendi derdimde boğulacağım.
Sayın Cumhurbaşkanım, Başbakanım, Aile Bakanım, valilerim,
emniyet müdürlerim, milli eğitim müdürlerim, savcılarım, muhalefet
liderlerim; bu mektup hepinize...
Çocuklarımız artık daha fazla 'yok yere'
ölmesin...
Bu hafta iki kez gözlerimden yaşlar boşaldı.
Önce PKK'lı hainlerin şehit ettiği 15 yaşındaki yiğidimiz
Eren için yandı yüreğim. Uzun uzun yazılar yazdım, yine de sönmedi
içimdeki ateş. 14 nüfuslu ailesine tek başına bakarken ona bir kez
olsun 'İyi ki varsın' diyemediğim için yandı yüreğim. Bende hakkı
kaldı diye hissettim. Kahraman olması için hain kurşunlara
gelmesine gerek yoktu; o zaten içimizdeki pek çok gizli kahramandan
biriydi. Zamanında fark edemedik, değerini bilemedik, hakkını
teslim edemedik. Sonra acılı annesinin ağıtını dinledim ekranlarda.
"Niye benim küçücük oğlumu götürdüler oraya?" diye bağrını
dövüyordu.
Haklıydı. Bu kadar tehlikeli bir "'keşif' görevinde küçücük
bir çocuğun ne işi vardı?
Haydi yanınıza aldınız diyelim; bir çelik yelek, bir miğfer
veremediniz mi ona? Bu olay sonuna kadar takip edilmeli.
İhmali olan varsa mutlaka ortaya çıkartılmalı.
Biliyorum, şehitlik en üstün mertebe. Ama 15 yaşındaki
küçücük bir evladımızın üzerine bol geliyor bu elbise. Ne diyordu
annesi, yakarırken ekranlarda:
"Ben oğlum askerde şehit olsun isterdim, evinin önünde
değil..." Tabii ki o eşkıyalar en kısa zamanda hak ettiklerini
bulacak, bundan hiç şüphem yok. Ama hiçbir şey o kınalı kuzuyu geri
getirmeyecek.
Terörle topyekun mücadele etmek boynumuzun borcu.
Ama çocuklarımızı esirgemek de öyle.