Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın,
İstanbul’daki Suud Konsolosluğunda işkenceyle öldürülüp, testereyle
parçalara ayrılarak binadan çıkarıldığına neredeyse şüphe
kalmadı.
Türkiye’de terörü destekleyen ve
iç karışıklık çıkarmaya çabalayan gazeteci kılıklı casusları
yakalanınca kıyametleri koparan Avrupa devletleri
ve Amerika, göstere göstere işlenen bu kan dondurucu
vahşete ne tepki verdi, hangi yaptırımı gündeme
getirdi?
Tıssss!
Keza, dünyanın geri kalanı
da…
***
İşin ucunda, kutsal
topraklarımızı işgal eden Suudların parası olunca dut yemiş bülbüle
dönen vahşi Batı medeniyeti, DEAŞ’vari bu cinayetin
asıl müsebbibidir aslında…
Burada DEAŞ vurgusu önemli, çünkü
bu vahşi cinayetin işleniş biçimi bile o terör
örgütünün nereden doğduğunun
işaretidir pekâlâ…
Bilmeyen kaldıysa not düşelim;
dünyada Müslümanların başına bela olan DEAŞ, Vehhabi bir
örgüttür…
Diğerleri de yine bu zihniyetin
türevleri…
***
Neyse…
Arkasında devletlerin olduğu,
sözde dini temel alan terör örgütleri ile ilgili şimdilik bu
kadarlık bilgi kâfi…
Biz Suud yönetimine
bakalım…
Son zamanların en pohpohlanan
adamı, Veliaht Prens bin Selman…
Batı medyasının yerlere göklere
sığdıramadığı yeni yetme prens…
Göreve gelir gelmez bütün
rakiplerini hapse tıktırıp paralarına çöken, kaçmaya çalışanları
helikopterlerini bile vurdurtarak öldürten, din adamı, devlet
adamı, aşiret lideri, gazeteci, aktivist dinlemeden piyasadan
silen; İsrail’e kusursuz desteği, ABD’ye, Avrupa’ya akıttığı
paralar ve ılımlı İslam projeleriyle göze giren Batı’nın en şımarık
çocuğu…
Cemal Kaşıkçı cinayetinin de
muhtemelen baş aktörü…
Çünkü vahşeti işleyenlerin
neredeyse tamamı, Prens’in en yakın adamları…
***
Peki, Suud rejimi ehvendi de,
Prens Selman döneminde mi bunlar görülür oldu?
Tabii ki hayır…
Yazının bundan sonrasını,
meselenin kökünü irdeleyen gazetemizin editörlerinden İrfan
Özfatura’nın kalemine bırakayım ki, bugüne ışık
tutsun…
Buyurunuz…
***
Osmanlılar, fethettikleri yerin
idaresini yine bölge insanına bırakırlar.
Arabistan’da da aynı usul sürer,
ancak devlet güçten düşünce Hicaz haricindeki yerler kapanın elinde
kalır.
Bir sürü şeyhlik, emirlik
peydahlanır, yol kesiciler saltanat sevdasına kapılır.
İngilizler, Arap yarımadasından
Türkleri söküp atabilmek için kavmiyetçiliği köpürtüp tefrika
çıkarsalar da umduklarını bulamazlar.
Çünkü aynı mescitte buluşup aynı
kıbleye dönen müminler bir şekilde anlaşırlar.
Hâlbuki Türkleri (haşa) kâfir ve
müşrik görüyor olsalar…
Britanya Müstemlekeler Nezareti
(Sömürge Bakanlığı) bu konuda çalışmaya başlar.
***
Hureymile kasabasında doğan
Abdülvehhâb oğlu Muhammed hırslı bir gençtir.
Ticaret için Bağdat, İran, Şam ve
Hint taraflarına gidip gelmiş, değişik insanlarla
tanışmıştır.
Öne çıkmaktan, peşine adam
takmaktan hoşlanan bir yapısı vardır.
Zaman zaman inkılaptan bahis açar
ki, casus Hempher böylesini arasa da bulamaz.
Nitekim Basra’da başlayan
dostlukları ilerler, avucuna alır âdeta (1713).
***
Hempher, yıllardır kendini
gizleyerek İslam coğrafyasında dolanmıştır, onu ilk gören âbid bir
mümin sanır.
Bir zamanlar İslam âleminde
tartışılan Mutezile, Haricilik, Selefilik, karamita gibi mevzuları
eşelemeyi planlar, bu yoldan giderek ayrılık tohumları ekmeyi
hesaplar…
Biliyorsunuz, Ehli sünnet
inancına göre amel ayrı, inanç ayrıdır. Bir mümin günahkâr
olabilir, ibadetlerini aksatabilir ama boyun büküp, tövbekâr olursa
affedilir sonunda.
Hempher ise ‘amel
imandan cüz (parçadır)’ tezini işler, kusurlu kulları
tekfir eder. Bu yolla niza çıkarmaya çalışır.
Türbelere hürmet edenlerle
etmeyenleri, tespih çekenlerle çekmeyenleri takıştırırsa ortalık
karışır.
Hasılı Hempher’in ustalıkla
işlediği delikanlı, buna benzer vaazlar vermeye başlar. Kendisine
Şeyh-i Necdi gibi albenili bir ad takar.
Bilhassa Mekke devrinde puta
tapanlar hakkında gelen ayet-i kerimeleri farklı yorumlar, salih
müminleri müşrik ilan eder. Taraftarlarını onları öldürmeye,
mallarını almaya, hanımlarını kızlarını paylaşmaya
çağırır.
Necd Çölü eskiden beri yol
kesenlerin üstlendiği bir bölgedir, yağmacı şakileri toplanır
etrafında.
***
Ona ilk itiraz eden babası
Abdülvehhâb olur.
Kardeşi Süleyman ise yazdığı
“Savâ’ık-ul ilâhiyye firredd-i alel-vehhâbiyye” adlı kitapla, açık
cevaplar verir ki, savunulacak yanı kalmaz.
Şeyh Necdi yalnız kalınca kendine
bir hami aramaya başlar.
Gider yöre emirlerinden Muhammed
bin Sü’ûd ile anlaşır.
Suud kendisinden sonra, makamının
çocuklarına devrini ister.
Şeyh-i Necdi de hanedanlığa zemin
hazırlar. Suud’un derdi saltanattır, bu kargaşa yarayacaktır
ona.
Soygun, yağma düzeni,
işsiz-güçsüz bedevilerin iştahını kabartır, beklenmedik bir hızla
yayılırlar.
İngiliz Müstemlekeler Nezâreti
arkalarındadır, para ve silahtan yana sıkıntıları olmaz. İktidar
işte şuracıktadır, ikbal görünmektedir ufukta.
***
Sadece Muhammed bin Suud değil,
oğlu Abdülaziz ve torunu Su’ûd bin Abdülaziz de kan döküp can
yakmakta yarışırlar.
Mükerrem Mekke ve Münevver
Medine’de yaptıkları zulüm, yıkım bu yazının hacmini
aşar.
Ben size sadece Taif katliamını
anlatmak istiyorum…
-Ki, bu leke Suud ideolojisini
tanımaya yeter fazlasıyla.
***
Abdül’azîz Sü’ûd Hicaz’a kadar
gelir, Mükerrem Mekke’yi ele geçirmek için çok
uğraşır.
Mekke Emîri Şerîf Gâlib bin
Müsâ’id başarıyla karşı koyar.
Gelgelelim bir süre sonra Mekke
emîrini Taif’te sıkıştırırlar.
Şerîf Gâlib ilk elde onları
bozguna uğratır, sonra bölgeden ayrılır. Onlar da Melis’i yağmalar,
gelip Taif’i kuşatırlar.
Halka teslim olmaları hâlinde
dokunmayacakları sözü verir, ancak sözlerinde
durmazlar.
Müminleri kadın, erkek, yaşlı,
çocuk demeden öldürür, sokakları kıpkızıl kana
boyarlar.
Evleri basıp yağmalasalar da
kalenin şark tarafındaki taş konaklara sokulamazlar.
Onları da hile ile
kandırır “Sizi affettik. Çoluk-çocuğunuzu alıp
istediğiniz yere gidebilirsiniz” diye
bağırırlar.
Çıkanları bir tepede üzerinde
toplar, 12 gün aç-susuz kızgın güneş altında
bırakırlar.
Hâlbuki nâz niyaz ile büyümüş
seçkin insanlardır, perişan olurlar. Birer birer çağırıp, altınları
sakladığınız yerleri söyleyin der, taş ve sopayla vurup
hırpalarlar.
***
Neticede İbni Şekbân alayını
kılıçtan geçirir, -ki sadece 367 aile reisi vardır
aralarında.
Cesetler günlerce açıkta kalır,
kuşa, köpeğe yem olurlar.
Taif kütüphanelerinde ve
mescitlerinde binlerce eser vardır. Usta ciltçilerin elinden
çıkmışlardır. Yabaniler onları koparıp ayaklarına çarık yapar. Neyi
parçaladıklarından haberleri yoktur, okuma yazma bilmezler zira.
Kitap sahifeleri yüzünden (ki çoğu Mushaf-ı şerif, tefsir,
hadistir) Tâif sokaklarında basacak yer kalmaz.
Şehîtler “rahmetullahi aleyhim
ecma’în” tepe üzerinde çürür.
Ahali defin için, İbni Şekbân’a
yalvarsalar da kale almaz.
Bu nasıl bir kindir ki, müminin
ölüsüne bile saygı duymaz. Ancak koku artınca kendisi de rahatsız
olur, bir çukura gömülmelerine izin verir sonunda.
***
Vehhabiler türbelere de saldırır,
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdüllah ibni Abbâs hazretlerinin
mezarını kazarlar.
Ancak etrafa yayılan güzel
kokudan ürker, korkarlar. Barutla uçuralım derler, patlayıcı ateş
almaz.
İbni Şekbân türbelerle beraber
camilerin ve medreselerin de yıkılmasını emreder. Ulemanın direnişi
üzerine geri adım atar.
Sonra döner gelir Mekke’yi
sıkıştırırlar. Şerîf Gâlib, milletin canını kurtarmak için onların
şehre girmelerine ses çıkarmaz.
Ardından Medine üzerine yürür,
Hazine-i Nebeviyye’yi yağmalarlar. Aralarında bin yıllık eserler
vardır ki, manevi değerleri büyüktür ayrıca.
Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beytin
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” türbelerini yıkar, Resûlullah
Efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hücre-i saadetine de
saldırırlar ama, kazma tutanlara bi’ hâller olunca
bırakırlar.
***
Suud, halkı bir araya toplayıp
(haşa) “dîniniz şimdi temâm oldu. Babalarınız kâfir idi,
onlara uymayın” diye nutuk atar.
Ahmed bin Zeynî Dahlân’ın
(Hulâsat-ülkelâm) kitâbında, Eyyûb Sabri Pâşa’nın Târîh-i
Vehhâbîyân ve Mir’ât-ül-Haremeyn kitaplarında hayli malumat var bu
mevzuda.