1950’lerden bu yana Amerikan kültür kuşağı içinde yer aldığımızı
inkâr edemeyiz. Bu süreç Amerikan askerinin kahramanlığını anlatan
II. Savaş belgeselleriyle başladı, Hollywood filmleriyle kapsamını
genişleterek devam etti. Vahşi yerlileri haklayan hızlı ve cesur
kovboylar, kötü adamları en zor koşullarda avlayan kahraman ve
romantik kasaba şerifleri... Her biri melek karakterinde şefkatli,
hem anaç hem korunmaya muhtaç, şarkı da söyleyebilen güzel
kadınlar... Aslında ortalama Amerikalının dünyaya bakışını yansıtan
bu kahramanlarda bir tür masumiyet vardı. Bu masumiyetin, insanlığı
kurtaran yakışıklı Amerikalı kahraman ile onu yok etmeye çalışan
ölüm makinesi çirkin Rus’u karşı karşıya getiren Soğuk Savaş
filmlerinde bile bir ölçüde devam ettiğini söyleyebiliriz.
Amerikan filmlerinde masumiyetin kaybolduğu dönem Vietnam Savaşı
sırasında ve sonrasında başladı. Sıradan bir seyirci olarak ben o
filmlerde şunu gördüm: Farklı kıtalardan gelen, çeşitli ırkları ve
etnik grupları bir potada eriten Amerikan milleti dışında bir
uygarlık ve insanlık yoktur, dışarıdaki dünya yabancı, karanlık ve
düşmandır. Dünyanın mikrokozmosu olarak Amerika tasavvuru kültür
emperyalizminin temelidir.
İnsan başının cep telefonu önünde eğilmediği, sosyal medyanın ağır
bir bağımlılık yaratarak sosyalleşme yanılsamasına ve şöhret
budalalığına yol açmadığı 60’lı yıllarda Hollywood filmleriyle,
naylon gömlek kot pantolonla, “Kes” denilen spor, “Loafer” denilen
makosen ayakkabılarla, lolipop, country ve caz müziği, hatta Gece
Kulübü ve bol camlı şömineli apartman mimarisiyle büyük kentlerde
yayılan Amerikan kültürü, Yankee kapitalizminin vahşetini anlatan
Amerikalı yazarlarla, Steinbeck, Sinclair, M...