Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun İngiltere, Davos ve Berlin
temaslarının hepsinde Suriyeli mülteciler sorununun önemli bir
başlık oluşturduğu görüldü. Gittiği her yerde karşılaştığı en temel
soru mülteci sorunuyla nasıl baş edileceğine dair oluyor. Hatta
Avrupa Birliği'nin son zamanlarda Türkiye'ye rağbetinde de en
belirleyici unsurun yine mülteci sorunu olduğu gözleniyor. Ancak
sorulan soru Türkiye'nin mülteci sorunuyla nasıl baş edebildiği
veya edeceği ve bu konuda Avrupa'nın Türkiye'ye nasıl yardımcı
olacağı muvacehesinde olmuyor.
Türkiye'nin kendi ülkesine kabul ettiği mültecilerle ilgili
tecrübesi her düzeyde büyük takdir topluyor zaten. Açıkçası,
dünyaya fazla şikayet yansıtmayan Türkiye'nin bu sorunla kendi
imkanlarıyla yeterince baş edebiliyor olduğu düşünüldüğünden bu
konu kimseyi fazla alakadar etmiyor. Türkiye kendi yağıyla
kavrulabilen, kendi imkanlarıyla sayıları son sayımlarla 2,7
milyona kadar ulaşmış olan mültecileri misafir ediyor olmak
dolayısıyla dünyada herkesin hayranlığını kazanmış durumda. Avrupa
için bunun sorun oluşturması, mültecilerin Türkiye'de de durmayıp
kendi kapılarını çalmaya başlamasıyla oluşuyor. O yüzden gerek
Ahmet Davutuoğlu'nun bu gezisinde gerek tüm Türkiyeli yetkililerin
temaslarında muhatap oldukları soru, tam tamına mültecilerin
Avrupa'ya gitmelerinin önünün nasıl alınabileceğine dair oluyor.
Tam da bu nedenle bu soru aslında aynı zamanda Avrupalı değerlerin
tükenişinin net bir resmini de ele veriyor.
Geçtiğimiz hafta içinde BBC World Radyo'da katıldığım bir programda
muhatap olduğum soru tam da böyle bir soruydu. “Türkiye, Suriyeli
mültecilerin Avrupa'ya gitme maceralarına atılmalarını engellemek
üzere ne tür önlemler alacak?”
Ortada 12 milyon Suriyelinin yerinden yurdundan edildiği, 400
bininin Esad rejimi, DAEŞ ve PYD terörünün altında vahşice
katledildiği, yaşayanlara da hayatın yaşanmaz hale getirildiği bir
ortamdan trajik biçimde kaçmak zorunda kalan insanların içler acısı
durumu var. Adamların dert ettiği şey, ulaşmış oldukları bu
konforun nasıl korunabileceği ve perişan, yardım talep eden,
konforlarından küçücük bir miktar talep edenlere kapıları nasıl
kapatabilecekleri.
Kapılara dayanan aç biilaç mülteciler belli ki huzurlarını bozuyor.
Vicdanlarını sızlatıyor mudur bilemiyoruz tabi. O noktada kime
kızacaklarını, kimi suçlayacaklarını da şaşırıyorlar. Mültecilere
olan kızgınlıkları yetmiyor bir de onları yeterince etkili bir
biçimde engellemeyen Türkiye'yi suçlamaya geçiyorlar. Bu suçlamalar
yer yer Türkiye'nin teröre destek verdiği yönündeki suçlamalarla
aynı paralelde ve aynı mantık örgüsüyle ilerliyor.
Bir tek Esad ve rejimi bu mülteci akımından dolayı suçlanmıyor.
Mülteci akımını engellemek için Türkiye'den daha yoğun çaba sarf
etmesi isteniyor da, bunun asıl kaynağında engellenebileceğini bir
türlü söylemeye dilleri varmıyor. Esad rejiminin varlığı ve devamı
mülteci akımının asıl kaynağıdır. Bu kaynağı kurutmadıkça mülteci
akımıyla hiç kimsenin baş etme imkanı yok. Dahasını söyleyelim,
Suriye rejiminden kaçmak zorunda kalanların oluşturduğu mülteci
akımı aslında bütün Ortadoğu ve Afrika'dan gelecek çok daha büyük
mülteci akımlarının da öncüsü gibi. AB bu dalgaları Türkiye'nin
alacağı önlemlerle engelleyebileceğini düşünüyorsa fena halde
yanılıyor.